[This interview was conducted in Arabic by Ziad Abu-Rish and translated/published from English into Turkish by SOL KÜRE.]
Leyla Halid’le Söyleşi: Yaşanmış Gündelik Bir Deneyim Olarak Direniş ve Devrim
[Aşağıdaki metin, yazarın 2007 yazında Leyla Halid’le yaptığı söyleşi dizisinin 1. bölümüdür.]
İşgal terörizmdir; bir mülteci olmak cehennemdir; yurdunuzun çalınması bir suçtur; bir özgürlük savaşçısı olmak özgürleşmektir.
Bu tümcelerle başladım, çünkü Filistinli bir mülteci olma hikayesiyle ilgili birkaç husus üzerinde durmak istiyorum. 1944’de Hayfa’da doğdum. Ancak 1948’de vatanlarından çıkartılan tüm diğer Filistinli’ler gibi yurdumdan sürüldüm. Babasız kaldık. İkisi erkek ve ben dahil altısı kız, sekiz kardeştik. Babam o dönemde direniş savaşçılarıyla birlikteydi ve 1947’de patlak veren çatışmalardan sonra nerede olduğunu bilmiyorduk.
Annem bizleri, dönüşümüz güvenli oluncaya kadar kalmak üzere güney Lübnan’da, Tyre’deki ailesinin yanına götürmeye karar verdi. Yolculuk boyunca tüm kardeşler, hep birlikte ağladığımızı anımsıyorum. Babamızın nerede olduğunu ve her şeyi arkada bıraktığımızı bilmiyorduk. Annem bana neden ağladığımı sordu. Yaşıtım ve Filistinli bir Yahudi olan arkadaşım Tamara’yı düşünüyordum. Anneme Tamara’yla birlikte olmak istediğimi söyledim. Onun annesi aileme evinin kapısını açmış, anneme hiç kimsenin onun evinde bizlere zarar veremeyeceğini söylemişti. Bu iyi niyetli yaklaşımı gösterdiğinde, Deir Yassin katliamının hemen sonrasıydı. Buna rağmen çatışmaların yoğunlaşması ve Siyonist operasyonların devam etmesi artık ayrılmak zorunda olduğumuz anlamına geliyordu. Bu olay hayatım boyunca bende derin bir iz bıraktı. Sokaklara çıkan ve kaçışan insanların görüntülerini anımsıyorum. Diğerleri yürürken biz arabayla gidiyorduk. Onları gördük: Yaşlıları, kadınları, çoçukları. Hava henüz sıcak değildi.
Tyre’ya vardık ve annem bizleri amcasının evine götürdü. Bina portakal ağaçları olan büyük bir bahçeyle çevriliydi. Ağaçlardaki portakalları gören çocuklar onları koparmak istedi. Annem ise bize çıkıştı: “Bunlar sizin portakallarınız değil; sizin portakallarınız Filistin’de.” Elbette Hayfa’daki arazimizde birkaç portakal ağacımız vardı. Fakat bu olaydan sonra uzun bir süre boyunca portakaldan nefret ettim. 1980’lere kadar hiç portakal yiyemedim. Yine de portakalları görmek, beni o güne ve bu sözlere geri götürüyor.
Amcam onunla birlikte evde yaşamamızı önerse de, annem bunu reddetti. İkamet edilmesi imkânsız türde bir bodrum katına yerleştik. Tüm kardeşler annemle amcamın yaptığı konuşmayı dinlemiştik. Annem sürekli ağlıyor, evimizin Hayfa’da olduğunu söylüyordu. Babamızın nerede olduğunu sorduğumuzda, bilmediğini, onun devrimcilerle çalıştığını söyledi. Tyre’ya varşımızdan altı ay sonra, babam nihayet bize katıldı. Diğer savaşçı yoldaşlarıyla birlikte Gazze Şeridi’nin yolunu tutmuş. Bir defa Mısırlı makamlarca tutuklanarak bir esir kampına kondu. Ordayken sağlığını ciddi biçimde bozan bir kalp krizi geçirmişti. Onu yasa dışı yollarla kamptan çıkartan bir grup Alman doktoruyla birlikte Lübnan’a geldi. Sürekli haykırıyordu: “Ülkemizi kaybettik, ailemi kaybettim!” Annemi gördüğünde ona söylediği ilk şey, artık geri dönmeyeceğimizdi. Yolculuğumuzun başta düşündüğümüzden daha uzun olacağını anlamıştı. Yine de babamın söylediklerini dikkate almadık. Her gün annemize dönüş günü hakkında sorular sorup durduk.
Lübnan’a vardığımızda gittiğim ilk okul, çoçukların Kur’an okutmayı öğreten bir kadının evinde toplandığı bir yer olan geleneksel bir khuttab okuluydu. Tyre’de 1950’de bir Anglikan okulu kurulduğunda okulumu değiştirdim. Yeni okulum bodrum katı evimizde yakındı; öğrencilerin yerde oturarak, ressam sehpasına dayalı bir kara tahta üzerinde eğitim veren öğretmeni dinledikleri, esasen dört sınıfa bölünmüş kocaman bir çadırdı. Ordayken okul müdürüne giderek, Arapça okumayı bildiğimi söyledim. Bunu göstermemi isteyen müdüre bir kitaptan farklı bölümler okudum. Ardından kara tahtaya birkaç İngilizce harf yazarak onları okumamı söyledi. Okuyamadım. Okul müdürü, İngilizce bilmediğim için birinci seviyeden başlamam gerektiğini belirtti. O zaman daha yedi yaşındaydım. O çadırda kaldık ve bir kış günü çadır üstümüze çöktü. Eve gittim ve anneme okula gitmek istemediğimi söyledim. Annem Hayfa’ya dönmem gerektiğini ve orada okulun üstüme çökmeyeceğini söyledi.
Bu ana kadarki hayatımın bana verdiği mesaj açıktı. Portakallar bize ait değildi; bizim portakallarımız Hayfa’daydı. Okul sürekli okulumuz değildi; bizimki Hayfa’daydı. Bayramlarda bizden yeni giysiler istendiğinde, yanıt; yeni giysilerin Hayfa’da olduğuydu. Tüm yoksunluklarımız nakba’yla [Filistinliler’in “felaket günü” olarak adlandırdığı İsrail’in kuruluş yıldönümü çn.], kurtuluşumuz ise Hayfa’ya dönmekle bağlantılıydı. Bu, bilincimize kazınan ilk şeydi: Hayfa’ya dönmeliydik ve bu bizim hakkımızdı. Hepimiz için gelecek Hayfa’daydı, başka bir yerde değil. Bu, ailemiz için dönüş fikrinin kaynağı oldu. Birçok Filistinli aile gerçekliklerini bu şekilde kavradı. Çoçuklar mevcut durumun nedenlerine dair sorular sorduklarında, yanıt; Siyonistler’in onları sürdüğü, topraklarını işgal ettiği ve evlerine dönecekleri günün mutlak geleceği şeklindeydi.
[The English version of this interview can be found here.]