Turkish Translation of 'After Oslo: Europe, Islam and the Mainstreaming of Racism'

[Screen shot of Sky News feature of daily headlines showing that of The Sun.] [Screen shot of Sky News feature of daily headlines showing that of The Sun.]

Turkish Translation of "After Oslo: Europe, Islam and the Mainstreaming of Racism"

By : Miriyam Aouragh and Richard Seymour

[This article was written in English by Miriyam Aouragh and Richard Seymour, and translated/published in Turkish by www.birikimdergisi.com]

Avrupa medyası, Norveç trajedisini, failin kimliği doğrulandıktan sonra bile, “aşırı İslamcılık” ve çokkültürlülük üzerine tehlikeli ve klişeleşmiş savlarla ele aldı. Basın böylece, Breivik’i olduğu insan haline getiren ırkçılığın yaygınlaşmasına katkıda bulundu.

Anders Breivik, masumların katliamını gerçekleştirmeden bir saat önce, internet üzerinden manifestosunu yayınladı. 1500 sayfalık metindeki uyarıcı mesaj; “kültürel Marksistleri”, “çokkültürcüleri”, anti-Siyonist ve solcuları, Hıristiyan Avrupa’nın Müslümanlarca ele geçirilmesine yataklık etmekle itham ediyordu. Bunun sonucu olarak, bir İşçi Partisi gençlik kampında, çoğunluğunu çocukların oluşturduğu bu “hain”lerden düzinelercesini katletti. Manifestosuna bakılırsa, eylemin ilham kaynağı, “teröre karşı savaş”ın şekillenmesi ve hayata geçirilmesinden bir hayli yarar sağlayan, aralarında Melanie Phillips, Bernard Lewis, Daniel Pipes, Martin Kramer ve Bat Ye’or’un bulunduğu İslamofobik sağın yol göstericileriydi.

Ne var ki medyada daha saldırı sonlanmadan, bir “çizgi” şekillenmeye başlamıştı bile: Saldırı, cihatçılarca tertiplenmiş ve kesinlikle “El-Kaide biçimli”ydi. Bu anlatıyı kuranlardan biri The Guardian’dan Peter Beaumont olsa da tüm medya çok geçmeden bu savı benimsedi. Glenn Greenwald, saldırının gerçekleştiği gün, “The New York Times internet sitesindeki manşetin, Oslo’daki saldırılardan Müslümanların sorumlu olduğuna dair kuvvetli bir ima içerdiğini ve bunun, BBC ve diğer yerlerde Müslümanların fail olduğunu belirten kesin yargılara dönüştüğünü” anlatıyor. Bu arada, “the Washington Post’tan Jennifer Rubin, Müslümanların sorumlu olduğu iddiasıyla uzun bir köşe yazısı kaleme aldı.” Güvenilir olmayan bir “uzman”ın yaydığı, daha önceden bilinmeyen bir örgütün bu saldırılardan “sorumlu” olduğu iddiası, bu çizginin güvenilirlik noktasından bir hayli uzaklaşmasına neden oldu.

Eğer teröristin beyaz, Hıristiyan bir Norveçli olduğu ortaya çıktıktan sonra tartışma hala İslam ve çokkültürlülük üzerine olmaya devam etmeseydi, tüm bunları zayıf muhakeme gücü ve önyargı olarak değerlendirip geçebilirdik. Mesela the Wall Street Journal, konu hakkındaki makalesine, İslam üzerine üç paragraf ayırarak başlıyor. Murdoch imparatorluğunun sancak gemisi The Sun, saldırıları “bir El-Kaide Katliamı” olarak gösteren bir kapak hazırlıyor. Her şeye rağmen The Guardian, sözü geçen analizi ve Peter Beaumont makalesini yayından kaldırırken, The Sun kapağını değiştirdi.

“Cihatçı” bakış açısı bırakıldıktan sonra bile İslam ve Müslümanları suçlayan çaba tüm hızıyla yayılmaya devam etti. Belçikalı gazete De Morgen her ne kadar failin “beyaz kökleri”ni kabul de etse, “katilin El-Kaide sempatizanı olma olasılığının göz ardı edilmemesi gerektiği”ne dikkat çekiyordu. The Atlantic’te, cihat ruhunun “şekil değiştirip” aşırı sağa yayıldığı iddia ediliyordu – sanki aşırı sağın bir terörizm geçmişi yokmuş gibi. The Guardian’dan Simon Tisdall, başta kendi dili klasik anlamda faşistken, Breivik’in “Müslüman cihatçıların dilini” kullandığını dile getiriyordu. Saldırıların mide bulandırıcı doğasının, ırkçılığın tehlikelerine dikkati çekerek, İslamofobik yasalara desteği azaltacağı korkusu herkese hasıl olmuş gibiydi. Jerusalem Post, bu yaklaşımdan kaçınarak, saldırıları “Norveç ve başka yerlerdeki göçmen entegrasyon yasalarını ciddi bir şekilde yeniden ele almamızı” sağlayacak bir fırsat olarak görmemizi öğütlüyordu. Benzer bir şekilde, “ateist” yazar Sam Harris, bu saldırının bizi, “İslam’ın hala dünya üzerindeki en gerici ve masumluktan uzak din olduğu” gerçeğine kör etmemesi gerektiği konusunda ısrarcıydı. Bu fikrin sahibi daha önce, “Avrupa’daki İslam tehdidi hakkında en aklıselim konuşanların gerçekte faşist olduğu”nu yazan kişinin ta kendisi. Mantık şu: Breivik aşağılık bir insan, ama bu vahşiliği İslam ve çokkültürlülük hakkında bir gerçeği yansıtıyor – Avrupa yasalarının temelini oluşturması gerektiğine kanaat getirilen bir anlayış.

Breivik hakkındaki iddialara baktığımızda, inandırıcılıktan en uzak sav Breivik’in yalnız iş gördüğüdür (Eğer fail Müslüman olsaydı bu iddia hiçbir zaman dile getirilmeyecekti tabii). Bu fikre özellikle de, Breivik’in aşırı sağ bağlantılarını örtbas etmeye çalışan Norveç polis ve istihbaratı tarafından sahip çıkıldı. Breivik, bu saldırıyı tek başına planlamış ve gerçekleştirmiş olabilir, ancak ırkçı-milliyetçi aktivist ortamından geldiği ve dolayısıyla bir yalnız kurt olmadığı da aşikar. Geçmişte Norveç’teki göçmen karşıtı Kalkınma Partisi’nde aktif bir rol aldığı ve İngiliz Savunma Birliği’yle (English Defence League) iletişim halinde olduğunu biliyoruz. EDL lideri ‘Tommy Robinson’la bağlantıları bir utanç kaynağı haline gelen EDL üyesi Daryl Hobson, Breivik’in kendisiyle görüştüğünü kabul ederken, bir “kıdemli üye” de Independent’a Breivik’in grup liderlerinden birkaçıyla görüştüğünü itiraf etti. Breivik bizzat, EDL’ye yöntem konusunda akıl verdiğini ve Norveç Savunma Birliği’nin (Norwegian Defence League) kurulmasında rol aldığını iddia ediyor. Breivik, yalnız bir deli olmaktan çok Avrupa aşırı sağ aktivist çevrelerine gömülmüşe benziyor.

Aynı öneme sahip bir başka nokta da Breivik’i teşvik eden ırkçılığın “ana akımdan” geliyor olması. İdeolojik ilham kaynaklarını, Geert Wilders gibi önde gelen Avrupalı politikacılar ve çeşitli İslamofobik entelektüeller tarafından kaleme alınmış medya raporları, köşe yazıları ve kitaplar oluşturuyor. Bu bağlantı rastlantısal değil. Exeter Üniversitesi’nden araştırmacıların yayınladığı, Birleşik Krallık’ta İslamofobi başlıklı 2010 raporuna göre, hem siyasi söylemde hem medyada İslam’ın yer alma biçimiyle, bunları takip eden Müslüman karşıtı ırkçı şiddet arasında önemli bir bağıntı var. Nasıl ki “Londonistan” ve “Eurabia”da “Jew York”un seslerini duyuyoruz, Breivik’in “Marksist-İslamcı birliği” de Hitler’in “Bolşevik-Yahudi tehditi”ni anımsatıyor. İslam’ın, aşırı sağın bazı kesimlerinin paranoyak weltanschauung’unda Yahudilik’in yerini alması, değişen küresel bir durumun ürünü.

“Teröre karşı savaş”, yoğun bir emperyal canlanma dönemine izin verdi. Aralarında eski enragéslerin de bulunduğu bazı entelektüeller için imparatorluğun –bir de Amerika tarafından yönetiliyorsa– marifetlerini yüceltmek aniden moda haline geldi. Sözde insancıl bu egemenliğin ters yüzünü İslam oluşturuyor: İmparatorluğun insanlık dışı, irrasyonel, barbar can düşmanı. Müslümanların canavarlaştırılması Irak ve Afganistan cephelerinde kan dökülmesini hızlandırırken, bunun metropollere geri döneceği açıktı. Artık her Avrupalı Müslüman’ın herkesin canına kast eden bir yabancı olması işten değil. İslam’ın görünüşe dair özellikleri (giyimden mimariye kadar) gerici girişimlerin, sokak çatışmalarının ve devlet baskısının konusu oldu. Aşırı sağ bundan çok şey öğrendi ve yarar sağladı. Breivik’in saygı duyduğu kurumlar –İngiliz Savunma Birliği ve Geert Wilders öncülüğündeki Özgürlük Flemenk Partisi– yeni emperyalizmin, insanların müdahale alanı dışında gelişen hiyerarşisini, yerel bir tepki diline çevirme görevini üstlenenlerden.

İslamofobik sağ ile aşırı sağın suç ortaklığını, aşırı sağın vekil sayısını artışında gördüğümüz büyümesinden anlayabiliriz. Marjinal olmayı bırakın, artık devlet gücünü kontrol edebildikleri konumlara geldiler. Bu hem sokaktaki gündelik ırkçılığı hem de devlet düzeyindeki kurumsal ırkçılığı (İsviçre’deki minare, Fransa’daki peçe, Belçika’daki türban ve Hollanda’daki helal et yasakları mesela) arttırdı. Dahası bu partiler, ortadaki partileri sağa çeken bir kuvvet görevi görüyorlar. Gördükleri desteğin kaynağı ne merkez-sağ ne de merkez-sol partilerce karşı çıkılıyor; aksine bu partiler, aşırı sağa öykünme yarışı içerisindeler. Bu eğilim, benzeri şiddet olaylarının temelini oluşturan ırkçı fikirlerin yaygınlaştırılmasına hatırı sayılır bir katkı sunuyor.

Medyanın bu saldırılara genellikle verdiği tepkinin, Breivik’in hayallerini süsleyebilecek şaheserini destekleyen “medeniyet çatışması” motifine biat ettiği, fikirler sürüsü içerisinde kaybolmuş bir ironi haline geldi. Konuşulmayan –ve bir hayli önemli olan– bir başka şeyse, Arap devrimleri birbirini seyrederken böylesi fikirlerin saçmalık derecesindeki yersizliği. “Medeniyet çatışması”nın içinin en boş olduğu zamanlardayız. Bu esnada, ulus aşırı cihatçılığın da zamanı geçti: Ortadoğu’daki insanların büyük bir çoğunluğu, Amerika-destekli, kimseye rahat vermeyen despotlar altında acı çekerken, “terör” çözümünün alıcısı pek fazla olmadı. Böylesi saldırılar olagelmeye devam etse de, bunların destek zemini her geçen gün biraz daha eriyor. Ne garip ki medyanın uzmanlar serisinden kimse, bu göze çarpan noktaya parmak basmadı.


[The original English version of this article can be found here.]

Past is Present: Settler Colonialism Matters!

On 5-6 March 2011, the Palestine Society at the School of Oriental and African Studies (SOAS) in London will hold its seventh annual conference, "Past is Present: Settler Colonialism in Palestine." This year`s conference aims to understand Zionism as a settler colonial project which has, for more than a century, subjected Palestine and Palestinians to a structural and violent form of destruction, dispossession, land appropriation and erasure in the pursuit of a new Jewish Israeli society. By organizing this conference, we hope to reclaim and revive the settler colonial paradigm and to outline its potential to inform and guide political strategy and mobilization.

The Israeli-Palestinian conflict is often described as unique and exceptional with little resemblance to other historical or ongoing colonial conflicts. Yet, for Zionism, like other settler colonial projects such as the British colonization of Ireland or European settlement of North America, South Africa or Australia, the imperative is to control the land and its resources -- and to displace the original inhabitants. Indeed, as conference keynote speaker Patrick Wolfe, one of the foremost scholars on settler colonialism and professor at La Trobe University in Victoria, Australia, argues, "the logic of this project, a sustained institutional tendency to eliminate the Indigenous population, informs a range of historical practices that might otherwise appear distinct--invasion is a structure not an event."[i]

Therefore, the classification of the Zionist movement as a settler colonial project, and the Israeli state as its manifestation, is not merely intended as a statement on the historical origins of Israel, nor as a rhetorical or polemical device. Rather, the aim is to highlight Zionism`s structural continuities and the ideology which informs Israeli policies and practices in Palestine and toward Palestinians everywhere. Thus, the Nakba -- whether viewed as a spontaneous, violent episode in war, or the implementation of a preconceived master plan -- should be understood as both the precondition for the creation of Israel and the logical outcome of Zionist settlement in Palestine.

Moreover, it is this same logic that sustains the continuation of the Nakba today. As remarked by Benny Morris, “had he [David Ben Gurion] carried out full expulsion--rather than partial--he would have stabilised the State of Israel for generations.”[ii] Yet, plagued by an “instability”--defined by the very existence of the Palestinian nation--Israel continues its daily state practices in its quest to fulfill Zionism’s logic to maximize the amount of land under its control with the minimum number of Palestinians on it. These practices take a painful array of manifestations: aerial and maritime bombardment, massacre and invasion, house demolitions, land theft, identity card confiscation, racist laws and loyalty tests, the wall, the siege on Gaza, cultural appropriation, and the dependence on willing (or unwilling) native collaboration and security arrangements, all with the continued support and backing of imperial power. 

Despite these enduring practices however, the settler colonial paradigm has largely fallen into disuse. As a paradigm, it once served as a primary ideological and political framework for all Palestinian political factions and trends, and informed the intellectual work of committed academics and revolutionary scholars, both Palestinians and Jews.

The conference thus asks where and why the settler colonial paradigm was lost, both in scholarship on Palestine and in politics; how do current analyses and theoretical trends that have arisen in its place address present and historical realities? While acknowledging the creativity of these new interpretations, we must nonetheless ask: when exactly did Palestinian natives find themselves in a "post-colonial" condition? When did the ongoing struggle over land become a "post-conflict" situation? When did Israel become a "post-Zionist" society? And when did the fortification of Palestinian ghettos and reservations become "state-building"?

In outlining settler colonialism as a central paradigm from which to understand Palestine, this conference re-invigorates it as a tool by which to analyze the present situation. In doing so, it contests solutions which accommodate Zionism, and more significantly, builds settler colonialism as a political analysis that can embolden and inform a strategy of active, mutual, and principled Palestinian alignment with the Arab struggle for self-determination, and indigenous struggles in the US, Latin America, Oceania, and elsewhere.

Such an alignment would expand the tools available to Palestinians and their solidarity movement, and reconnect the struggle to its own history of anti-colonial internationalism. At its core, this internationalism asserts that the Palestinian struggle against Zionist settler colonialism can only be won when it is embedded within, and empowered by, the broader Arab movement for emancipation and the indigenous, anti-racist and anti-colonial movement--from Arizona to Auckland.

SOAS Palestine Society invites everyone to join us at what promises to be a significant intervention in Palestine activism and scholarship.

For over 30 years, SOAS Palestine Society has heightened awareness and understanding of the Palestinian people, their rights, culture, and struggle for self-determination, amongst students, faculty, staff, and the broader public. SOAS Palestine society aims to continuously push the frontiers of discourse in an effort to make provocative arguments and to stimulate debate and organizing for justice in Palestine through relevant conferences, and events ranging from the intellectual and political impact of Edward Said`s life and work (2004), international law and the Palestine question (2005), the economy of Palestine and its occupation (2006), the one state (2007), 60 Years of Nakba, 60 Years of Resistance (2009), and most recently, the Left in Palestine (2010).

For more information on the SOAS Palestine Society 7th annual conference, Past is Present: Settler Colonialism in Palestine: www.soaspalsoc.org

SOAS Palestine Society Organizing Collective is a group of committed students that has undertaken to organize annual academic conferences on Palestine since 2003.

 


[i] Patrick Wolfe, Settler Colonialism and the Transformation of Anthropology: The Politics and Poetics of an Ethnographic Event, Cassell, London, p. 163

[ii] Interview with Benny Morris, Survival of the Fittest, Haaretz, 9. January 2004, http://cosmos.ucc.ie/cs1064/jabowen/IPSC/php/art.php?aid=5412