Bogazici Soma Dayanismasi Soma Gozlem Degerlendirmeleri

[Image via bogazicisomaya.blogspot.com.tr] [Image via bogazicisomaya.blogspot.com.tr]

Bogazici Soma Dayanismasi Soma Gozlem Degerlendirmeleri

By : Jadaliyya Reports

Boğaziçi Soma Dayanışması Soma Gözlem Değerlendirmeleri

[Soma`da gerçekleşen facianın ardından Boğaziçi Üniversitesi akademisyen, öğrenci ve emekçileri tarafından kurulan Boğaziçi Soma Dayanışması Temmuz ayında ilçeye tekrardan bir ziyaret gerçekleştirdi. Soma`daki faciaya yol veren çalışma koşulları, sendika, sermaye, kadınların durumu, devlet/siyaset bağlantıları, ilçenin tarıma dair sorunları gibi başlıkları ele alacağımız gözlem ve değerlendirmeleri kamuoyu ile paylaşıyoruz. 

İlk değerlendirme Nur Çırakman`ın Soma`daki taşeron sistemi üzerine tartışması. Mustafa Kaba arkadaşımızın değerlendirmesi ise Soma civarındaki köylerde tarımsal alandaki sorunlara değiniyor. Köylünün neo-liberal düzenlemelerle tarımdan el çektirilerek nasıl madene mecbur bırakıldığını tartışıyor.]

Soma`da bir garip düzen: Taşeron Sistemi—Nur Çırakman

Soma`da gerçekleşen facianın ardından Boğaziçi Üniversitesi akademisyen, öğrenci ve emekçileri tarafından kurulan Boğaziçi Soma Dayanışması Temmuz ayında ilçeye tekrardan bir ziyaret gerçekleştirdi. Soma`daki faciaya yol veren çalışma koşulları, sendika, sermaye, kadınların durumu, devlet/siyaset bağlantıları, ilçenin tarıma dair sorunları gibi başlıkları ele alacağımız gözlem ve değerlendirmeleri kamuoyu ile paylaşıyoruz. İlk değerlendirme Nur Çırakman`ın Soma`daki taşeron sistemi üzerine tartışması.

13 Mayıs 2014’de Türkiye’nin en büyük iş kazası Soma’da bir maden ocağında gerçekleşti. Eynez Maden Ocağı’nda resmi rakamlara göre 301 madencinin can verdiği facia, maden ocaklarında süregelen düzen, iş güvenliği sorunları, rödovans sözleşmeleri ve taşeronluk gibi; aslında bilinmelerine rağmen çoğu zaman hatırlanmayan pek çok sorunu da tekrar gündeme taşıdı.

Boğaziçi Soma Dayanışması olarak 12-13 Temmuz tarihlerinde bölgeye yaptığımız ziyarette de gözlemledik ki; bölgedeki maden ocaklarında inanılmaz hiyerarşik bir düzen vardır; ve bu düzenin, maden işletmelerinin üst düzey yöneticilerinden sonra gelen en önemli “sağlayıcıları” da, dayıbaş veya başçavuş denilen ve taşeron işçilerin bir nevi pratikteki patronları olan kişilerdir.

Peki, taşeronluk sistemi Soma madenlerinde nasıl uygulanmaktadır? Dayıbaşlar, genelde maden tecrübesi olan ve hükümet taraftarı kişiler içinden seçilirler. Bu insanlar, yanlarına belirli bir sayıda maden işçisini alarak göstermelik bir şirket kurarlar. Şu anda Soma’daki madenlerde; işçilerin taşeron sisteminedahil olmadan madene girmeleri neredeyse imkansızdır; işçilerin çok büyük çoğunluğu taşeron şirketlere bağlı çalışmaktadırlar. Aynı zamanda dayıbaş veya başçavuş da denilen bu taşeron “ekip şefleri”; yeraltına girmemelerine rağmen işçi olarak gözükmekte ve yanlarında getirdikleri maden işçilerinin çalışmaları ile doğru orantılı bir miktarda prim almaktadırlar. Dayıbaşlar, belirli bir eğitim sahibi olmamalarına ve başarılarının tek kıstasının yanlarında getirdiği işçi sayısı olmasına rağmen, hiyerarşinin ocakta çalışan mühendislerden bile daha yüksek seviyelerindedirler; çünkü ocakların işçileri onlar üzerinden sağlanmaktadır. Örneğin, yanında 200-300 civarı işçi getiren büyük dayıbaşların maaşları primlerle 10.000 TL’yi bulmaktadır, ki bu Soma madenlerinde çalışan orta düzey bir mühendisin maaşının beş katından bile fazladır.

Soma Holding’in üst düzey çalışanları ile yaptığımız görüşmelerde; taşeron sisteminin, sadece işçi bulma amacı ile kullanıldığı;dayıbaşların, şirketin işçilerin sorunları ile uğraşarak ekstra zaman harcamalarını engellemek adına, kendi getirdikleri işçilerden sorumlu oldukları, ve başka herhangi bir görevi olmadığı belirtildi. Taşeronların işçilikten yükseldiği, ve şirket için oldukça önemli bir görevde bulundukları, bunun dışında bir yetkileri olmadığı belirtildi.

Soma’daki maden ocaklarında uygulanan taşeron sistemi konuşulurken, asıl üzerinde durulması gereken nokta; taşeron ekip başlarının getirdikleri işçilerin çalışmaları üzerinden prim almaları nedeniyle, işçilerini insanlık dışı diyebileceğimiz şartlarda, sadece üretime odaklanarak çok uzun saatler süresince ve çok ağır koşullarda çalıştırmalarıdır. Çünkü, işçiler her ne kadar şirkete bağlı gözükseler ve maaşlarını şirketten alsalar da, asıl hesap verdikleri taşeron ekip başları, yani dayıbaşlardır. Hatta; işçiler, haftada altı gün boyunca çalıştıklarında alacakları 200 TL prim, ve bunun yanında dayıbaşın da alacağı prim nedeniyle; hasta oldukları sürelerde bile işe gelmeye zorlanmışlardır. Örneğin, facianın birkaç gün öncesinde zehirlenme belirtileri göstermeye başlayan bazı işçiler; kendi ve dayıbaşlarının primlerinin yanmaması için hasta olmalarına rağmen rapor almayarak işe gelmiş ve faciada can vermişlerdir. Zira, işçiler dayıbaşların isteği dışında hareket ettikleri zaman; karşılaşacakları, hakaret, dayak, veya işlerini kaybetmek olacaktır.

19 Temmuz günü, bu sisteme dair umut veren bir gelişme olmuş; kabul edilen taşeron işçilereyönelik torba yasa ile taşeron sistemin yeniden yapılandırılması sağlanmış, ve taşeron işçilerin iş güvenliğinin işe başlamadan önce sağlanması, ve ücretlerin ödenmesinden asıl işverenin sorumlu olması, ayrıca taşeron işçinin sözleşmesinin en az üç yıl boyunca süreceği yasaya bağlanmıştır; ancak bu yasaların Soma madenlerinin uzun zamandır yerleşip sistematikleşmişmafyavari düzeninde uygulanabilirliğini zaman gösterecektir. 

Soma ve Civar Köylerde Tarım ve Tarıma Dair Sorunlar—Mustafa Kaba

Soma`da gerçekleşen facianın ardından Boğaziçi Üniversitesi akademisyen, öğrenci ve emekçileri tarafından kurulan Boğaziçi Soma Dayanışması Temmuz ayında ilçeye tekrardan bir ziyaret gerçekleştirdi. Soma`daki faciaya yol veren çalışma koşulları, sendika, sermaye, kadınların durumu, devlet/siyaset bağlantıları, ilçenin tarıma dair sorunları gibi başlıkları ele alacağımız gözlem ve değerlendirmeleri kamuoyu ile paylaşıyoruz. Mustafa Kaba buradaki değerlendirmesinde Soma ve civarındaki köylerde halkın tarım alanında yaşadığı sıkıntıları ele alırken, köylünün nasıl madene mecbur bırakıldığı tartışıyor.

Soma`daki maden faciasının ardından maden ocakları ve genel olarak madenin bölge ekonomisindeki rolü incelenirken ve Soma`da yeni bir ekonomik düzen tahayyül edilirken, bölgedeki tarımsal faaliyetlerin durumunu da tüm ayrıntılarıyla ortaya koymak gerektiği kanısındayız. Bu amaçla Soma çevresindeki 4 köye ziyaret gerçekleştirdik ve köylerde yaşayan çiftçi ve madencilerle görüşmeler yaptık.

Tarımın durumunu ve tarıma olan güvensizliği anlatmak için tarımla geçinenlere köylerde kız verilmediğini söyleyerek işe başlayabiliriz. Bu gerçek bizlere köylülerin tarımı artık bir geçim kaynağı olarak görmediklerini, güvenceyi "sabit" maaşlı ve sigortalı maden işçiliğinde gördüklerini anlatıyor.

Ziyaret ettiğimiz köylerin tümüne can sıkıcı bir hareketsizlik ve terk edilmişlik hakim. Öğle saatinde bakkalı kapalı olan köyde gözlemlediğimiz tek hareketlilik vardiya saatine doğru kapalı olan köy kahvesinin önünde toplanmaya başlayan maden işçileri... Köylerdeki genç nüfus oranı da oldukça düşük. Gençler, köylülerin söylediğine göre, evlendikleri gün Soma`ya taşınıyorlar. Dolayısıyla köylerde genelde görece yaşlı nüfus ikamet ediyor.

Köylerin birçoğunda araziler kıraç ve sulama olanakları yok. Bu köylerin tarımsal anlamda tek alternatifi tütün yetiştirmek. Son zamanlarda zeytin de yetiştirilmeye başlandıysa da verimi düşük olduğundan sadece kendi yemeklik ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar üretebiliyorlar. Daha sulak arazilere sahip köylerde ise çok büyük miktarlarda olmasa da ayçiçeği, mısır ve tarla ürünleri (domates, biber, vs.) de yetişiyor.

Her sene çiftçi ve şirket arasında sözleşme imzalanıyor. Zor şartlarda tarıma devam eden çiftçiler yetiştirdikleri ürünleri yerel şirketler aracılığıyla uluslararası şirketlere satıyorlar. Şirket tarafından sözleşmede belirtilen fiyatları kabul etmek zorundalar, hiçbir pazarlık güçleri yok. Özellikle tütün konusunda, her köye bir eksper baktığından, pazarlık yapma ya da tütünlerini başka bir yere satmaları imkanları yok. Özege ve Çakır gibi yerel şirketler tütünü çiftçiden alıp Philip Morris`e satıyor. Çiftçi sözleşmede belirtilen miktardan fazla üretim yaptığında şirket üretim fazlasını almıyor. Ayrıca iklimsel koşullardan dolayı çiftçi sözleşmede belirtilen miktardan az ürettiğinde bunun maliyeti de çiftçi tarafından ödeniyor. Şirket hiçbir şekilde tarımsal süreçteki herhangi bir risk faktörünü içselleştirmiyor. Bütün riski çiftçi alırken fiyatlar şirketler tarafından belirleniyor. Önceleri, 2000`den önce, 70lik rakıyla birebir giden kilogram tütünün fiyatı, şimdilerde 8-13 TL arasında değişiyor. Bu şartlar altında çiftçi ya çok az karla ya da hiç kar etmeden hatta zarar ederek üretime devam ediyor ya da tarımdan kopup maden ocaklarında işçi oluyor.

Çiftçilerin tarım yapmayı bırakıp madenci olması çok ciddi bir sorunu da beraberinde getiriyor. Tarımsal bilgi ve deneyim bu son nesille birlikte yok oluyor, aktarılamıyor. Köylerdeki yaşlı nüfus ve şu an madenlerde çalışan asıl uğraşı tarım olan çiftçiler tarım bilen son nesiller.

Peki tarımda bu noktaya nasıl gelindi? Buna cevabımız en başta hükümetin neo-liberal politikaları yani serbestleşme politikaları ve özelleştirmeleri olur. Bunun yanında arazilerin kıraç, sulama imkanlarının yetersiz oluşu da sorunun başka bir boyutu. Soma özelinde düşünecek olursak özellikle 2001 yılında TEKEL`in özelleştirme kapsam ve programına alınması tütün üreticiliğine ölümcül darbeyi vuran hamle. Eskiden ürettiği tütünün TEKEL tarafından yüksek fiyatlara alınacağının güvencesiyle üretim yapan ve buradan geçimini sağlayan çiftçiler, TEKEL`in özelleştirilmesiyle birlikte ürettikleri tütünü komik rakamlara satmak zorunda kaldılar. Bunun bizi getirdiği nokta ise tütün üreticiliğinin ve dolayısıyla Soma`nın çevresindeki sadece tütün yetiştirebilen köylerdeki yaşam faaliyetlerinin azalması. Tarımdaki girdi fiyatlarının yükselmesi de tütün üreticisini zorlayan etmenlerden. Tütün doğası gereği çok kolay hastalık kapabilen bir bitki. Çiftçiler bunu engellemek için çeşitli kimyasallardan yararlanıyorlar. Bu kimyasallar üretim maliyetlerini ciddi oranda artırıyor.

Soma ve civarındaki köylerden elde ettiğimiz tarımsal tablo, tarımsal faaliyetleri yeniden canlandırmanın önünde çok temel engeller olduğunu gösteriyor. Fakat buna rağmen, verilerle destekli bölgenin ayrıntılı tarımsal resmini çıkartarak ve sürdürülebilir tarım projeleri araştırarak işe koyulabiliriz. Sonraki aşama ise maden işçilerini tarıma dönmeye ikna etmek...

Son Nesil (Soma köylerinin ardından)—Çiğdem Artık

Soma`da gerçekleşen facianın ardından Boğaziçi Üniversitesi akademisyen, öğrenci ve emekçileri tarafından kurulan Boğaziçi Soma Dayanışması Temmuz ayında ilçeye tekrardan bir ziyaret gerçekleştirdi. Soma`daki faciaya yol veren çalışma koşulları, sendika, sermaye, kadınların durumu, devlet/siyaset bağlantıları, ilçenin tarıma dair sorunları gibi başlıkları ele alacağımız gözlem ve değerlendirmeleri kamuoyu ile paylaşıyoruz.

Bomboş sokaklar, terk edilmiş taştan evler. Ruhu çalınmış, neşenin son bulduğu köyler. Eski hikayelerden dinlediğimiz köy düğünleri yok artık. Bereketi temsil eden adetler yerini ıssızlığa ve havada asılı kalan zamana bırakmış. Sessizliğin sesi cırcır böcekleri olmuş, bir de beş vakit okunan ezan sesi.

Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki taşra sorunsalının tam ortasındayız Anadolu topraklarında. En bereketli olması gereken zamanda, yazda köyler biçare kalmış, çiftçiler ise kederli. Yaşlanmış bir cemaat var cami avlusunda. Şehirli dilindeki kamusal alan olan köy kahveleri kapanmış, tabureler tozlanmış.

Şehir büyümek zorunda gibi ilerliyor dağ yamaçlarına. Biraz ötede termik santralin bacaları şehre karanlığını salıyor. Doğa, boynunu bükmüş insanlığın yaptıklarıa; kederi sessizliği olmuş, tek esinti yok tarlalarda.

Son nesil! Üretim yapabilen son nesil var köylerde. 60-70 kuşağının devrimci hikayelerini dinledik,okuduk ve izledik. O neslin son nesil olduğunu, toprağı  emek emek işlediğini anlatmadılar bize. Kayıp giden neslin biçareliği de köyler kadar sessizliğe bürünmüştü.  Ellerinden yaşamın kaynağı olan tohumlar alınmış;  yapay, bozulmuş gerçeklikler verilmiş. 

Zordur çiftçi olmak, köylü olmak. Doğa ile beraber hareket etmek zorundadır çiftçi. Bütün bir yıl emeğini toprağa bırakır. Çıkan makinalar, yapay tohumlar doğayı alt etmeye yetmez, hala büyük zorluklar vardır karşılarında. Ama son dönemde oynanan politik oyunlar ile yasalar onları topal bırakmış; şirketler ellerindeki toprağa veya mahsule el koymuş ve bellerini bükmüş çiftçinin.Kimsesiz kalmıştır köylülür, yüzlerinde görmek mümkün bu kimsesizliği. Papalagi[1] topluluğu olan şehirlileriz bizler, gerçeklerimiz saptırılmış, önceliklerimiz ile oynanmış. Görmüyoruz günden güne battığımız bataklığı, görmüyoruz bizden önce batanları...

Tarlalardan uzanan mısır koçanları, güneşe yüzünü dönmüş ayçiçekleri! Hepinizi satmışlar tohumunuzdan itibaren uluslararası şirketlere. Size emek veren eller alamaz olmuş hakkını, girdi masrafları almış tüm kazancını. Sorduğunda tarımı, dillerinden dökülür umutsuzca “Tarım mı? O sayfayı kapatalı bir 10 yıl oldu?

Toprağın sonsuz bereketine güveni terk edeli çok oldu. Yerini sosyal güvenceler aldı, hastalık ve yaşlılık halleri için yaşlanmayı göze alındı. Son neslin insanları da kapıldı Korku İmparatorluğunun yalanlarına. Evlatlarının sosyal güvencesi olsun istedi, toprağa güvenini terk etmese de insana güvenini yitirmişti onlar. Şehirlere göçtü yeni nesiller, bıraktı toprağını, bırakmak zorunda kaldı. Bu bir ekmek davasıydı çünkü. Ekmeğin buğdaydan geldiği ise unutturulmuştu.

Tarlalar boş şu zamanlarda. Ekili alanlar ise kısır tohumlara kalmış. Yetişen domates binlerce yeni domatese kısırken, yetişen yeni nesil gelecek umutlara kısır.

Babamın, anamın neslidir son nesil. Toprağı işleyen köylüler yaşlanmış, kadim bilgelikler unutulmaya yüz tutmuş.  Elektrik enerjisi gündemleri meşgul ederken, besin enerjisi arka plana itilmiş karanlığa, sermayeye.

Doğa ana kirli ellere kalacak son nesil göçtükten sonra bu diyarlardan. Hali hazırda son neslin emeğini ilaçlayan,, kirleten şirketler hakimken piyasalarda, sonraki nesil onların ürettiği emeksiz ve besinsiz gıdaya mahkum kalacak.

Sarı buğday başakları ruhsuz makineler tarafından işleniyor. Ruhsuz insanlar yaratıyor şehirlerde.

Ekmek davası?! Kimin neyin davası?

Son nesil göçtüğünde matem zamanı asıl o zaman başlayacak.

Bu daha başlangıç, köysüzleştirmeye devam!

NOTLAR

[1] Göğü Delen Adam

[Bu yazı dizisi ilk olarak burada yayımlandı.]

  • ALSO BY THIS AUTHOR

    • Emergency Teach-In — Israel’s Profound Existential Crisis: No Morals or Laws Left to Violate!

      Emergency Teach-In — Israel’s Profound Existential Crisis: No Morals or Laws Left to Violate!

      The entire globe stands behind Israel as it faces its most intractable existential crisis since it started its slow-motion Genocide in 1948. People of conscience the world over are in tears as Israel has completely run out of morals and laws to violate during its current faster-paced Genocide in Gaza. Israelis, state and society, feel helpless, like sitting ducks, as they search and scramble for an inkling of hope that they might find one more human value to desecrate, but, alas, their efforts remain futile. They have covered their grounds impeccably and now have to face the music. This is an emergency call for immediate global solidarity with Israel’s quest far a lot more annihilation. Please lend a helping limb.

    • Long Form Podcast Episode 7: Think Tanks and Manufactuing Consent with Mandy Turner (4 June)

      Long Form Podcast Episode 7: Think Tanks and Manufactuing Consent with Mandy Turner (4 June)

      In this episode, Mandy Turner discusses the vital role think tanks play in the policy process, and in manufacturing consent for government policy. Turner recently published a landmark study of leading Western think tanks and their positions on Israel and Palestine, tracing pronounced pro-Israel bias, where the the key role is primarily the work of senior staff within these institutions, the so-called “gatekeepers.”

    • Long Form Podcast: Our Next Three Episodes

      Long Form Podcast: Our Next Three Episodes
      Long Form Podcast(Episodes 7, 8, & 9) Upcoming Guests:Mandy TurnerHala RharritHatem Bazian Hosts:Mouin RabbaniBassam Haddad   Watch Here:Youtube.com/JadaliyyaX.com/Jadaliyya There can be

Past is Present: Settler Colonialism Matters!

On 5-6 March 2011, the Palestine Society at the School of Oriental and African Studies (SOAS) in London will hold its seventh annual conference, "Past is Present: Settler Colonialism in Palestine." This year`s conference aims to understand Zionism as a settler colonial project which has, for more than a century, subjected Palestine and Palestinians to a structural and violent form of destruction, dispossession, land appropriation and erasure in the pursuit of a new Jewish Israeli society. By organizing this conference, we hope to reclaim and revive the settler colonial paradigm and to outline its potential to inform and guide political strategy and mobilization.

The Israeli-Palestinian conflict is often described as unique and exceptional with little resemblance to other historical or ongoing colonial conflicts. Yet, for Zionism, like other settler colonial projects such as the British colonization of Ireland or European settlement of North America, South Africa or Australia, the imperative is to control the land and its resources -- and to displace the original inhabitants. Indeed, as conference keynote speaker Patrick Wolfe, one of the foremost scholars on settler colonialism and professor at La Trobe University in Victoria, Australia, argues, "the logic of this project, a sustained institutional tendency to eliminate the Indigenous population, informs a range of historical practices that might otherwise appear distinct--invasion is a structure not an event."[i]

Therefore, the classification of the Zionist movement as a settler colonial project, and the Israeli state as its manifestation, is not merely intended as a statement on the historical origins of Israel, nor as a rhetorical or polemical device. Rather, the aim is to highlight Zionism`s structural continuities and the ideology which informs Israeli policies and practices in Palestine and toward Palestinians everywhere. Thus, the Nakba -- whether viewed as a spontaneous, violent episode in war, or the implementation of a preconceived master plan -- should be understood as both the precondition for the creation of Israel and the logical outcome of Zionist settlement in Palestine.

Moreover, it is this same logic that sustains the continuation of the Nakba today. As remarked by Benny Morris, “had he [David Ben Gurion] carried out full expulsion--rather than partial--he would have stabilised the State of Israel for generations.”[ii] Yet, plagued by an “instability”--defined by the very existence of the Palestinian nation--Israel continues its daily state practices in its quest to fulfill Zionism’s logic to maximize the amount of land under its control with the minimum number of Palestinians on it. These practices take a painful array of manifestations: aerial and maritime bombardment, massacre and invasion, house demolitions, land theft, identity card confiscation, racist laws and loyalty tests, the wall, the siege on Gaza, cultural appropriation, and the dependence on willing (or unwilling) native collaboration and security arrangements, all with the continued support and backing of imperial power. 

Despite these enduring practices however, the settler colonial paradigm has largely fallen into disuse. As a paradigm, it once served as a primary ideological and political framework for all Palestinian political factions and trends, and informed the intellectual work of committed academics and revolutionary scholars, both Palestinians and Jews.

The conference thus asks where and why the settler colonial paradigm was lost, both in scholarship on Palestine and in politics; how do current analyses and theoretical trends that have arisen in its place address present and historical realities? While acknowledging the creativity of these new interpretations, we must nonetheless ask: when exactly did Palestinian natives find themselves in a "post-colonial" condition? When did the ongoing struggle over land become a "post-conflict" situation? When did Israel become a "post-Zionist" society? And when did the fortification of Palestinian ghettos and reservations become "state-building"?

In outlining settler colonialism as a central paradigm from which to understand Palestine, this conference re-invigorates it as a tool by which to analyze the present situation. In doing so, it contests solutions which accommodate Zionism, and more significantly, builds settler colonialism as a political analysis that can embolden and inform a strategy of active, mutual, and principled Palestinian alignment with the Arab struggle for self-determination, and indigenous struggles in the US, Latin America, Oceania, and elsewhere.

Such an alignment would expand the tools available to Palestinians and their solidarity movement, and reconnect the struggle to its own history of anti-colonial internationalism. At its core, this internationalism asserts that the Palestinian struggle against Zionist settler colonialism can only be won when it is embedded within, and empowered by, the broader Arab movement for emancipation and the indigenous, anti-racist and anti-colonial movement--from Arizona to Auckland.

SOAS Palestine Society invites everyone to join us at what promises to be a significant intervention in Palestine activism and scholarship.

For over 30 years, SOAS Palestine Society has heightened awareness and understanding of the Palestinian people, their rights, culture, and struggle for self-determination, amongst students, faculty, staff, and the broader public. SOAS Palestine society aims to continuously push the frontiers of discourse in an effort to make provocative arguments and to stimulate debate and organizing for justice in Palestine through relevant conferences, and events ranging from the intellectual and political impact of Edward Said`s life and work (2004), international law and the Palestine question (2005), the economy of Palestine and its occupation (2006), the one state (2007), 60 Years of Nakba, 60 Years of Resistance (2009), and most recently, the Left in Palestine (2010).

For more information on the SOAS Palestine Society 7th annual conference, Past is Present: Settler Colonialism in Palestine: www.soaspalsoc.org

SOAS Palestine Society Organizing Collective is a group of committed students that has undertaken to organize annual academic conferences on Palestine since 2003.

 


[i] Patrick Wolfe, Settler Colonialism and the Transformation of Anthropology: The Politics and Poetics of an Ethnographic Event, Cassell, London, p. 163

[ii] Interview with Benny Morris, Survival of the Fittest, Haaretz, 9. January 2004, http://cosmos.ucc.ie/cs1064/jabowen/IPSC/php/art.php?aid=5412