Bariş Akademisyenlerinin Davaları Yeniden Başladı: Çağlayan Yollarında Hakikat Arayışı

Bariş Akademisyenlerinin Davaları Yeniden Başladı: Çağlayan Yollarında Hakikat Arayışı

Bariş Akademisyenlerinin Davaları Yeniden Başladı: Çağlayan Yollarında Hakikat Arayışı

By : Merve Erol

Üniversite tarihimiz pek çok tasfiye operasyonuna şahit oldu, ama 12 Eylül’ün 1402’likleri dahil herhalde hiçbiri, Barış için Akademisyenler’in kitleselliğine erişmedi. Ne Aydınlar Dilekçesi ne bir başka bildiri, 11 Ocak 2016’da 1128 imzacı tarafından açıklanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni kadar gürültü koparmadı, yaraya dokunmadı, devletin hışmına uğramadı. Ve herhalde hiçbir dava, en azından akademi tarihinde, toplu değil, tek tek bireylere açılıyor olmasına rağmen, bu derece dayanışma duygusuna ve ortak harekete nail olmadı, hukuk literatürüne bu denli katkı vermedi. OHAL ilanıyla yükselişe geçen KHK’lerle birçoğu işinden atılan, hedef gösterilen, soruşturmalara maruz kalan imzacı akademisyenler hakkında açılan davaların sayısı da 400’e yaklaştı. Çağlayan Adliyesi'nde haftada ortalama üç güne, çeşitli mahkemelere yayılan davaları başından beri nöbetleşe izleyen, çetelesini tutan, duyuran, kayda geçiren koordinasyon ve izleme heyetinin gönüllü üyeleriyle hukuk arayışlarının seyrini, davaların mantığını ve akıldışılığını, duruşmalarda yaşananları, üniversitelerin gidişatını konuştuk…

Adli tatilin ardından “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzacılarının duruşmaları da yeniden başladı. Bugüne kadar 1128 imzacıdan kaçına dava açıldı? 

Nazım Dikbaş: Şu anda 393. Üçte birden biraz fazla.

Aslı Odman: Duruşmalar 5 Aralık 2017’de başladı, yetmiş küsur gün Çağlayan Adliyesi’ne gelip gittik. 555 celse görülmüş bugüne dek. Paket paket üniversitelere dava açıyorlar, bazen arada unuttukları oluyor belli ki, o zaman da geriye dönüp dava açıyorlar. Şimdilik bir-iki tekil durum dışında yalnızca İstanbul üniversitelerindeki akademisyenlere dava açtılar. Diğer illerdeki imzacı arkadaşların dosyalarının hepsinin İstanbul’da görülüp görülmeyeceği belirsiz şu anda.

Alper Açık: İstanbul’daki üniversiteler tamamlanmış gibi görünüyor, hiç dava açılmamış bir üniversite İstanbul’da yok.

Odman: İstanbul’da biz davalıkların içinde işinden atılan var, atılmayan var, çünkü bunların içinde kitlesel olarak Ankara’ya, KHK’ya isim yollamamış Boğaziçi, Bilgi, Mimar Sinan gibi üniversiteler de var. İstifaya, emekliliğe zorlananlar var. Şükür hâlâ 1128 içinde hareket ediyoruz, zira ikinci imzacıları henüz görmezden geliyor devlet.  Bugüne kadar duruşmalarda 25 kere de hüküm çıktı.

Hepsi aynı maddeden mi?

Açık: Evet, Terörle Mücadele Kanunu 7/2. Bazı ağır ceza mahkemelerinde, acaba TCK 301’den yargılama yapılabilir mi diye Adalet Bakanlığı iznine gönderilen ya da TCK 314/2’den ek savunma alınsın denen dosyalar oldu. Ama şu âna kadar tüm davalar TMK 7/2’den açıldı ve görülmeye devam ediyor.

Yonca Demir: Yani bir grup davada durdurma kararı alındı, Adalet Bakanlığı’ndan Ceza Kanunu 301. madde için izne başvuruldu.

Odman: 301 yolunu açan da, dört arkadaşımızın tutuklandığı dava. O davaya referansla talepler oluyor. Bazı hâkimler bu talebi kabul ediyor, bazıları etmiyor.

Dava açılan 393 kişi farklı mahkemelerde farklı mahkeme heyetlerince ve farklı savcıların iddianameleriyle yargılanıyor, değil mi?

Odman: İddianame savcımız aynı cumhuriyet savcısı. İddianame birebir aynı. 17 sayfalık metinde Alper’in ismini siliyorlar, beni yazıyorlar, beni silip Yonca’yı yazıyorlar. Hatta üniversite isimleri, tebligatlar arada karışıyor. Tamamen kes-yapıştır yapıyorlar. Bu bizim kilit bir kavramımız. 17 farklı mahkemedeki savcının kimi aksi, kimi daha nazik, kimisi tamamen ilgisiz davranabiliyor, ama onların mütalaaları da –şansa bak– hep aynı çıktı. Şimdiye kadar hüküm çıkan üç mahkeme oldu, üçünde de sonucu etkileyen büyük bir fark olmadı. Keza hükmün gerekçeli kararları da birebir aynı.

Temel hukuki ve mantıksal gerekçeler, kes-yapıştır iddianame, ilerleyen aşamalarda kes-yapıştır mütalaa, savcıların isimleri değiştirmeyi unutacak kadar, bir hocanın yüzüne başka bir hocanın ismini okuyacak kadar ihmalkâr ve umursamaz davrandığı süreçler gösteriyor ki, bunların hepsi aslında tek bir dava olmalı.

Bu hükümler ne yönde çıktı?

Açık: 7/2 kapsamında 15 ay hapis cezası. Hâkimler “hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasını kabul ediyor musunuz?” diye soruyor, kabul edildiği takdirde hüküm açıklanmamış oluyor ve beş sene içinde kasten başka bir suç işlenmezse sicile de işlenmeden bu süreç kapanıyor. Ama yargılananlardan bazıları politik veya başka nedenlerle bunu kabul etmeyebiliyorlar, iki arkadaşımız kabul etmedi mesela, üst mahkemede cezaları kesinleşirse belirli bir süre hapse girmeleri söz konusu.

Odman: Bunu engelleyebilecek bir kampanya düzenleyebilir miyiz, böyle bir baskı kurulabilir mi diye düşünüyoruz. Hüküm verilip geri bırakıldıktan sonra bir kısım imzacı çalışmaya devam edebiliyor, ama tabii bunun da bir garantisi yok. Üniversitede kalanların varlığının ince bir ipe bağlı olduğunun, dengeler değişince hızla başka şeyler olabileceğinin bilgisiyle yaşıyoruz. OHAL’den sonra ihraç ve pasaport iptal yetkisi YÖK’e verildi çünkü. YÖK de bu “sıcak patatesi” üniversitelerde kurulacak kurullara pasladı. “İhraç gerektiren” terör örgütü iltisakı bağlantısı kurulur kurulmaz, bu kurullar da kurulabiliyorlar. Süreç tamamen keyfi işliyor. “Bundan sonra beş sene benzer bir suç işlemeyeceğim” diye söz vermiş oluyorsun, ama işlediğim suç ne ki benzerini beş sene içerisinde işlemeyeyim? Derste bir şey anlatırım, BİMER’e şikâyet gider, al sana suç. Tweet atarım, suç. Basın açıklaması yapıyoruz her zaman burada. Mesleğimizle ilgili bir sürü ilişkimizi, yayınımızı, araştırma sonuçlarını kamuyla paylaştığımız bir ortam içinde işimizi icra ettik. Yani hapisle, hükmü siciline yazmakla tehdit edip otosansür üzerinden hiza verme etkisi de var bu maddenin. Tam devlet aklı.

Davaların koordinasyonunu ve izlenmesini takip eden komitenin üyelerisiniz, tam olarak neler yapıyorsunuz

Odman: Bellek tutmak zaten mesleki kimliğimizi oluşturan faaliyetlerden biri. Özetle, bunu bu başımıza gelen durumda da uyguluyoruz diyebiliriz. Bildiri de, yokmuş gibi yapılan insan hakkı ihlallerine karşı, “var, vardı, artık var olmasını istemiyoruz” belleğinin sesi idi bence. Şimdi de o barış ve bellek sözü yüzünden yaşananların belleğini oluşturarak dayanışmamızı, birbirimize desteğimizi kuruyoruz. Bu faaliyeti her yere uygularken kendimizi bu kadar ilgilendiren, öznesi olduğumuz bir meselede yapmamak bize zul gelirdi. Madem iktidar bizi tek tek bölerek, bu imzanın bedelinin eşitsiz dağıtılmasına vesile olarak parçalıyor, yalnız, garip, dışlanmış, anormal, mücrim, hain hissettirmeye çalışıyor, biz de kendimizi ve birbirimizi dayanışmayla güçlendirmeye çalışıyoruz. Bunu da öğrendiğimiz zanaat çerçevesinde, bilgi çerçevesinde yapıyoruz. Beraber olmak tek tek hepimiz için bir sağalma esasında.

Bu bildirinin, ifade özgürlüğü değil de, şiddete sevkeden bir suç teşkil ettiğine dair somut kanıtların koyulması gerekiyor. Örgüt liderinin emrini uyguladı bu “tek tek” akademisyenler deniyor, ama eğer bu iddianame kabul ediliyorsa, bu bağın gösterilmesi lâzım. Şaka değil, bir ceza yargılaması bu.

Demir: Dava açılan imzacı, avukat, celse ve tarih bilgilerini tutuyoruz. Çağlayan takvimi tutuyoruz, ki desteğe, dayanışmaya, izlemeye gelenler, ne zaman nereye gideceğini bilsin. Celse öncesi rapor veya haber hazırlayan uluslararası ve ulusal gözlemcilerle, gazetecilerle, akademisyenlerle buluşuyoruz, bilgi veriyoruz, tercüme yapıyoruz. Günü başlatan basın açıklamasını haftanın gündemini düşünüp hazırlıyoruz. Duruşmaları takip ediyoruz, kimse o koca salonda yalnız kalıp kendini zayıf hissetmesin istiyoruz. Aynı zamanda @barisakademiktwitter adresinden anlık olarak duruşma salonundan anonim, temiz bilgiyi yayınlıyoruz. Bianet ekibiyle dirsek dirseğe çalışıyoruz, onlar ifadeleri tam metin olarak sürekli dönüp okunabilecek gibi çevrimiçine koyuyor.  İfade celsesi, mütalaa celsesi, avukat ne talep etti, heyet hangi soruları sordu, ara kararlar, son karar, bir sonraki celse tarihi gibi bilgileri kaydediyoruz. Bunları tüm davası gelen ve geleceklerle paylaşıyoruz ki herkesin bilgisi aynı seviyede olsun. Zabıtların arşivini tutuyoruz. Mahkemede hukuktan çok kültürel/antropolojik bilgi birikiyor diyebiliriz. Bunu Çağlayan koridoru ve etrafındaki mahallerde sohbetlerde paylaşıyoruz. İşin bu sohbet, birbirine güç verme yanı, yani tam da bu korku ikliminde bu farsa maruz kalıp gülmeye devam yanı bence çok önemli. Yani, hem hukuki, hem psikolojik hem de lojistik olarak işleri kolaylaştırmaya, kişilere tek tek dava açıldığı için bu parçacıklı hale getirilmiş ortak süreci bilgi, belge, istatistik ve sohbetle yeniden oluşturmaya çalışıyoruz.

Bu davaların birleştirilmesi söz konusu mu?

Dikbaş: Zaten ayrı ayrı görülmemesi gerekirdi, zaten tek bir dava olmalıydı. Geçmişte de böyle büyük davalar var, özellikle ’80 sonrası davalar insanın gözünün önüne geliyor. Derhal beraatten sonra öncelikli taleplerimizden biri de birleştirme. Temel hukuki ve mantıksal gerekçeler, kes-yapıştır iddianame, ilerleyen aşamalarda kes-yapıştır mütalaa, savcıların isimleri değiştirmeyi unutacak kadar, bir hocanın yüzüne başka bir hocanın ismini okuyacak kadar ihmalkâr ve umursamaz davrandığı süreçler gösteriyor ki, bunların hepsi aslında tek bir dava olmalı. Bunun da adresi 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan, “4’lünün davası” dediğimiz ilk dosya. Ama bunları birleştirme kararı verebilecek, kendini hukuka bu denli bağlı hisseden bir hâkim henüz olmadı. Üstelik bu davaların hepsi bir seferde de açılmıyor. Davalar arasına zaman girmesi de başka bir hukuksuzluk. Hakkında dava açılmış, duruşmaya giriyorsun, alacağın cezayı biliyorsun, avukatının yapacağı savunmanın, kendi savunmanın mahkeme tarafından ciddiye alınmayacağını biliyorsun… Ama şu oldu, bizler 17 ayrı mahkemede yargılanırken, yine büyük bir tutarsızlıkla, üç mahkeme kendi içerisindeki davaları birleştirme kararı aldı. Bu da bir adaletsizlik, haksızlık.

Odman: Şu âna kadar üç mahkemeden hüküm çıktı, gerekçeli kararları da kelimesi kelimesine aynı. Hâkimlerin hayatın ve hukukun “normal” akışına aykırı bir şekilde birbirleriyle iletişim içinde olduklarını görüyoruz. İki ayrı mahkeme 301 izni alınması için yargılamayı durdurdu, iki mahkeme de 314/2’den ek savunma istedi. Bu, 7/2’den bir tık daha ağır bir madde, TMK değil TCK maddesi. Silahlı örgüte üye olmaksızın bilerek ve isteyerek destek olmak minvalinde, bir nevi “yardım ve yataklık” maddesi. Bu mahkemeye ve heyete düşersen –ki heyet gibi de hissetmiyoruz onları, kimsenin kimseye bir şey danıştığı yok, tam bir merkezi güç performansı var ortada– bir de böyle bir ek suçun oluyor. Sonuçlarını görmediğimiz böyle üç farklı davranış var mahkemelerde.

“Karşı taraf” dediğiniz alanda özne değiliz biz. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde kamu görevlisi olan veya olma yolundaki araştırmacılardan oluşan heterojen bir imza birliği bu. Ortak payda tabii ki Türkiye Cumhuriyeti olacak. Burada haklarımız var.

Dikbaş: Şu âna kadar açıklanan karar az olduğu için ayrışmanın bu düzeyde de olup olmadığını bilmiyoruz. Ama zaten zamansal kayma, davaların toplu olmaması, coğrafi farklar, İstanbul’un olup diğer şehirlerin olmaması bu davaların hukuki olarak kabul edilemez olduğunu gösteriyor.

Açık: Manidar ve paradoksal bir yön de var burada. Davaların birleştirilmesi talebini hâkimler reddederken gerekçeleri şu: Bu bireyler arasında, bu bildiriyi imzalamış olmak dışında bir irtibat, bir ilgi, alâka yoktur… Ama yargılandığımız tek şey de zaten bu 1128 kişinin, hatta 2212 kişinin bu bildiriyi imzalamış olması, ortak yapılan tek şey bu. Ama tam da bu gerekçeyle, bunun dışında bir birliktelik yoktur diye davaların birleştirilmesinde fayda yoktur diyorlar. Bazen pratik sebepleri de öne sürebiliyor savcılar, onca insanın beraber yargılanması çok uzun sürer, teknik olarak imkânsız hale gelir diyorlar. Ama bu da herhalde bizim sorunumuz değil. Hukuku işleteceksen bunu uygun yapmak durumundasın. Hukuk denince akla standartların gelmesi gerekiyor, ama bunun tam tersini görüyoruz. Bir taraf 301’e dönerken bir taraf kendisini 314’le boğuşmaya hazırlayabiliyor.

Demir: Savcı, adaletin yerini bulması gecikeceği için adil yargılanma hakkı ihlal edileceğinden birleştirmiyoruz diyor. Birleştirme için avukatlar da aynı gerekçeyi gösteriyor. Birleştirme talebi de, ayrı tutma ısrarı da usûl ekonomisi gerekçe gösterilerek yapılıyor. Savcı, avukat talebinin gerekçelerini tersyüz edip tam tersi mütalaaya zemin olarak, daha doğrusu kılıf olarak kullanıyor.

Peki bu kes-yapıştır iddianamelerde ne deniyor?

Odman: 260 küsur kelimelik tek bir metin dışında suça zemin teşkil edebilecek herhangi somut bir şey göstermemiş. Ama 17 sayfalık iddianamede, 1980’den beri olanlar, PKK’nin kuruluşu, barış süreci, bombalamalar bir serbest stil kompozisyon halinde sırayla yazılmış. Bunların bizim fiilimizle herhangi bir ilişkisinin olduğunu gösteren hiçbir ibare yok. Tek somut ibare, PKK lider kadrosundan Bese Hozat’ın Barış Bildirisi açıklanmadan üç hafta önce –hatta tarihi de yanlış verilmiş, bir arkadaşımız savunmasında ifşa etti– yaptığı bir açıklama. “Özyönetimlere herkes sahip çıksın” demiş mealen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metninin de bu emrin uygulaması olduğu iddia ediliyor. Ama, süreçte biz de öğrendik ki, ceza davasındaki iddianamelerde isnat edilen suça zemin teşkil eden fiilin gerçekleştiğine dair somut kanıt gösterilmesi gerekiyor. “Kanaat getirdim, iddia ettim oldu” denirse, bu hukuk dışı oluyor. Yargılama sürecinde ise hâkim, iddianame ve savunmayı önüne koyup, ek deliller toplatıp bu bağın olup olmadığını, yani “hakikati” tarafsız bir şekilde aramalı. Yani bu illiyet bağını ben değil hâkim gösterecek, benim suçluluğumu onun kanıtlaması gerekiyor. Meşhur “masumiyet karinesi” işte. Bu bildirinin, ifade özgürlüğü değil de, şiddete sevkeden bir suç teşkil ettiğine dair somut kanıtların koyulması gerekiyor. Örgüt liderinin emrini uyguladı bu “tek tek” akademisyenler deniyor, ama eğer bu iddianame kabul ediliyorsa, bu bağın gösterilmesi lâzım. Şaka değil, bir ceza yargılaması bu. Yargılananları özgürlüklerinden mahrum bırakmaya kadar gidecek bir süreç. Olması gereken hiçbir kanıt, hakikat arayışı olmadan, “o açıklama yirmi gün önce olmuş, bu bildiri akabinde imzaya açılmış, ikincisi birincisinin emrini uygulamış” diye, şaka değil, on beş ay hapis cezası kesip kesip geçiyorlar. Bir arkadaşımız savunmasında “99 depreminden önce ay tutulması olmuştu, ay tutulması depremin nedenidir demek ne kadar yanlışsa, bu argümantasyon da o kadar yanlıştır” demişti, hiç unutmuyorum. Veya bildirinin ceza kesilen 7/2’yi “hak etmesi” için açık şiddete teşvik etmesi, bu şiddetin de gerçekleşmesi lâzım. İçinde “barış”la semantik olarak ilişkilendirilmeyecek, şiddet içeren hiçbir kelime bulunmayan, üstünden neredeyse üç sene geçmesine rağmen bize dönük şiddeti harekete geçirmek dışında hiçbir şiddet eylemine yol açmamış bu bildiriye somut kanıt bulma çabasına hiçbir şekilde girilmiyor.

İddianame “devlet katliam yapmamıştır” demiyor. Bir şeyler yapılmış, sadece onu gerekçelendiriyor iddianame savcısı, “valiler bizi çağırmıştır, huzuru tesis etmeye gitmişizdir” gibi iddia makamı ile kolluk kuvvetlerini de özdeşleştiren sözlerle. Zaten “özyönetim karşısında devletin egemenliğini koruma hakkı yok mudur?” sorusu da, bu tarz bir “göz yumma” anlaşmasını ihlal etmiş olmamıza atıf yapıyor. Amacın tüm araçları meşrulaştırdığı bir anlaşma. Bu anlaşmanın bir parçası olmadığımız ortada.

Açık: Esasa dair verilen mütalaalar da kopyala-yapıştır. Bu mütalaanın içinde, mesela ciddi bir Ceylanpınar hadisesi vurgusu var, halbuki Ceylanpınar yargılamasında güncel gelişmeler oldu, kimin tarafından gerçekleştirildiği bilinmiyor, tüm yargılananlar beraat etmiş vaziyette. Bu gelişmeler bizim dava sürecimize paralel olarak yaşanmış olsa da, mütalaalar “örgüt tarafından Ceylanpınar’da gerçekleştirilen güvenlik güçlerine karşı infaz eylemi” diye kelimesi kelimesine aynı gidiyor. Bir de şu var: Yargılama belli bir aşamaya geldiyse ve sizden önce yargılanan hakkında bir karar verildiğini duyuyorsanız, söyleyeceklerinizin boşa gideceğini bilerek mahkeme salonuna buyurmuş oluyorsunuz. Diyorsunuz ki, ben şu anda ne dersem diyeyim, siz 180 saniye içinde bana 15 ay ceza vereceksiniz… Adil yargılamanın ihlali çok farklı boyutlarda karşımıza çıkıyor. En önemlisi de bu: Ben ne dersem diyeyim, burada ne yaşanırsa yaşansın, çıkacak sonuç tamamıyla ortada. Bazı arkadaşlarımızın “sizin ne mütalaa vereceğinizi kelimesi kelimesine biliyorum” demesi üzerine bazı mahkemelerde “mütalaanın şimdi verilmesine gerek yoktur, celse arasında tebliğ edilebilir” dendi.

Odman: Ceza davası süreci dosyaya son âna kadar kanıtların eklenebileceği, suçu tespit etmek için hakikatin arandığı bir süreç. Düşünün, tecavüz, cinayet gibi bir ceza davasında her an yeni bir kanıt gelebilir. Polisiye dediğimiz janr da buradan türemiş zaten. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi bir dönem bir perspektifte durulunca görülen bir hakikate referansla var oldu ve yargılanıyor. Bunun gerçek değil, yalan, bir propaganda suçu olduğunu kanıtlama yükümlülüğü ise biz imzacılarda değil, iddia makamında. Bir kişi suçu kanıtlanıncaya kadar masumdur, bunu bilmek ve içselleştirmek için hukukçu olmaya gerek yok. Yargı makamı da bu sürecin sağlıklı, tarafsız işlemesini sağlamalı hukuk devletlerinde. Tamam, hakikati arayalım: 2015’te sivil ölümleri, yerinden etmeler… Burada devletin kolluk güçlerinin dahli var mıdır? Kanuna göre insan hakkı ihlali diye zaman aşımına uğramayan bir suç türü var ve devlet memurları, kurumları bunun dışında tutulmamış. Tam tersi, mutlak gücü kısıtlayan bir hak alanı olarak hâlâ bu hükümleri anayasasında barındıran, toplumsal hareketleri bu alınmış haklar bütünü zemininde sosyalleşmiş bir ülkedeyiz. Başbakanlık, kendi bünyesindeki insan haklarıyla ilgili bir birimine çatışma döneminde bir rapor yazdırmış. Sonuçları kamuoyuyla paylaşılmamış. Bu raporu okumak istiyoruz, dava dosyamıza girmesini istiyoruz mesela. Daha nice rapor var, dönemin hakikati hakkında kurumların kaleme aldığı: Birleşmiş Milletler’den Avrupa Komisyonu’na, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na, yazılı, görsel basın haberlerini kapsayacak şekilde tahkikatın genişletilmesini isteyen pek çok akademisyen oluyor. Yok hakikat bu değil, yasadışı örgütten emir alıp örgüt propagandası yapmak ve bununla halkı şiddete teşvik etmek ise, bunun kanıtının gösterilmesi gerekiyor. Buna dair tek bir kanıt yok. Vatandaşı olunan devlete hitap eden, onu barış sürecine tekrar çağıran bir barış talebi metnine bireysel kararıyla, şahsi bilgisayarından bir imza atmak dışında en küçük bir fiilimizi içermiyor iddianame de, yargılama süreci de. Biz kanıt toplanmasını isterken yargılama merciinin çoğu zaman yargılamayı hızlandırmaya meyletmesinin bir de böyle bir yanı var. Ama tabii bu fazla yakıcı bir nokta, bütün sistemi, şuradaki (Çağlayan Adliyesi binasını gösteriyor) farsı alaşağı edecek bir şey. Bu kadar hakikat burayı toz duman ederdi.

Dikbaş: Ne kadar tutarsız olursa olsun bütün suçlamaların etrafında toplandığı kavram “terör”. Kişiyi bununla ilişkilendirdiğin sürece onun üzerinden yürüyor dava.

Ve, neden devleti eleştirdin de, öbür tarafı eleştirmedin diye soruyor, hep yapıldığı gibi.

Odman: Katalog sorular tabir ettiğimiz, tüm emniyette ifadeye çağrılan imzacılara sorulan sorularda da bu vardı. Az olmakla beraber birkaç cevval yargıç yargılama sürecinde de sormaya devam ediyor. Geçen gün bana bir panel sonrasında da yaşça ilerlemiş bir meslektaş sordu!  Bence bunun tek cevabı, meşru olan, yasal olan, vatandaşı olunan, vergi verilen devlete hitap edilmiş olunduğu. “Karşı taraf” dediğiniz alanda özne değiliz biz. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde kamu görevlisi olan veya olma yolundaki araştırmacılardan oluşan heterojen bir imza birliği bu. Ortak payda tabii ki Türkiye Cumhuriyeti olacak. Burada haklarımız var. Diğer tarafta özne hisseden bunu ayrıca yapar, ama bu kadar birleştirici bir söz, çığlık çıkmazdı herhalde ortaya. “İlan edilen özyönetime karşı devletin kendini savunma hakkı yok mu?” gibi bir soru var. Ne olursa olsun, devletin ilk varlık nedeni yaşamı korumak. Orada hayatını kaybeden üç yüzden fazla sivilin canı, yüz binlercesinin yerinden edilmesi, “devletin öz koruma refleksinin” zorunlu zayiatı olarak görüldüğü zaman ortaya çıkan toplum resmini paylaşmayanlar olmamız herhalde ortak noktamız. Bunun dışında iki bin küsur kişi ve Kürt/Türk sorununa dair farklı farklı tutumlar var imzacılar arasında. Ayrıca bu emniyet veya savcı ifadesinde, kendini iddia makamı yerine koyan hâkimlerin sorularında karşımıza çıkan soruların hukuk dışı bir yanı da var: Anayasanın 27. maddesine göre kendisi de bir suç teşkil eden, “yasaklı” bir soru bu. Kimse fikirlerini beyan etmeye açıkça zorlanamaz. En temel ifade özgürlüğü ilkesi. Bunu yargı mercii de de yapamaz. Bu hukukla bağlıdır. Bir başka kötü niyetli soru daha var, “Metnin niye ingilizcesi var? Uluslararası müdahale mi olsun istiyorsunuz?” minvalinde. Bu niyeti beslemek için de iddianamede hata olarak tabir etmekte zorlandığımız bir işlem yapılmış. Orijinali Türkçe olan metnin İngilizcesi tekrar İngilizceye çevrilerek kavramlarla oynanıyor.

Çökertme Planı’nı yaptıklarında bu planın bir parçası hukuktu, mahkemelerdi, bir parçası da toplumsal muhalefetti. Muhalif seslere hukuk sisteminin nasıl karşılık vereceği belliydi, mahkemelerin yetkileri bu yönde artırıldı. Biz bunun ayrıntısıyız. Bunun çok daha ağır, şiddetli ve mümkünse eğer çok daha hukuksuz uygulandığı davalar, duruşmalar var.

Dikbaş: Türkçe metinde “Kürt illeri” ifadesi geçiyor, ama İngilizcedeki “Kurdish provinces” ifadesini “Kürdistan” diye çeviriyor ve “Kürdistan demişsiniz” diye üzerimize suç yıkmaya çalışıyor. Pek kurnazca. (gülüyor) Yapılan savunmaların çeşitliliği de çok etkileyici. Savunma yapan hocaların sadece mahkemeyi etkilemek amaçlı savunma yaptığını düşünmemek lâzım, bu kadar naif değiller. Aklımızda kalan savunmaları yapan hocalarımız şunu hissettiler: Orada konuştukları, hitap ettikleri kişiler sadece mahkeme heyeti ve savcı değil. Hitap ettikleri kişi aynı zamanda kamuoyu, aynı zamanda diğer Barış Akademisyenleri, aynı zamanda meslektaşları. Aynı zamanda gelecek için de konuştular. Bazen renkli, bazen dramatik, bazen kişisel, bazen mesleki, akademik vurgusu çok kuvvetli savunmalar dinledik.

Açık: “Tamam, ben bunları söyledim ama, savunmama ek olarak b kişisinin, x kişisinin savunmasını da koymak istiyorum, o benim demek istediklerimi çok güzel ifade etmişti” diyen arkadaşlarımız da oldu. Biraz akademisyen geleneğiyle birbirimize atıf yapmış oluyoruz aslında. (gülüyor)  

Yeni yargı döneminde farklı sorularla, davranışlarla karşılaştınız mı?

Açık: “Devlet şiddetine karşı mısın” gibi, “özyönetim nedir” gibi sorular soruldu. Bu sorular, aslında oradaki yargılamayla alâkası olmayan, karşısındakini zor bir pozisyona düşürmeye çalışan bir akılla gerçekleştirilen hareketler. Seyircisi az olan duruşmalarda böyle soruların arttığı gibi bir gözlemimiz de oldu. Kişiyi yalnız bulmuş da sıkıştırmaya çalışıyor gibi. Bir itiraf gibi de geliyor açıkçası, metinde bir suç bulamamışsın, özyönetimle veya devlet şiddetiyle ilgili bir beyanda bulunulacak da yargılama esnasında suç mu yaratacaksın? Bu mudur yani mahkemenin işlevi? Hukuk kriterlerine göre yargılama mı yapılıyor, devlet kriterlerine göre makbul vatandaşlık testi mi?

Dikbaş: Büyük zaaf göstergesi aslında. İddianamede suç teşkil eden hiçbir şey olmadığı için kurnazlık yaparım, şaşırtırım diye düşünülüyor. Buna kimse gelmez ki. Zaten geçerli bir yöntem de değil. Sorulan soruların içeriğinden de önce biçimi öyle tuhaf ki.

Nispeten demokratik dönemlerde ordusu, basını, akademisi, yargısı tek sesle konuşmak zorunda değildir, ama bu ideolojik aparatların tek sese indirgendiği bir dönem bu. Orduyla başladı, yargıyla, basınla devam etti, akademi de bir başka ideolojik aparat. Yani bu tasfiye zaten olacaktı.

Açık: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni geçtim, Türkiye yargısının kendisinin bölgedeki uygulamaların bazılarına dair verdiği cezalar var. Gelip “devletin şiddetine karşı mı çıkıyorsunuz?” dediği zaman, “hangi şiddet?” diye sormak da sizin hakkınız. Belli durumlarda kullandığı şiddetin hukuki ve meşru olmadığını devletin kendisi bile kabul etmiş durumda.

Odman: Devletin başına buyruk bir iş yapamayacağını, hukukla sınırlı olduğunu bizim hâkimlere anlatmamamız gerekiyor normalde. Kaç tane hukukçu var sanık sandalyesinde, onların da görevi değil herhalde bunu hatırlatmak. Devletin çeteden, mafyadan, Deli Dumrul’dan bir farkı olduğunu bu ağır ahşap kaplama, yargıcın ve savcının bizlerden yüksekte oturduğu, parıltılı cüppeler giydiği duruşma salonu tasarımı dışında da yargılama sürecinde bir yerlerde görebilmemiz lâzım.

Demir: İddianame “devlet katliam yapmamıştır” da demiyor zaten. Bir şeyler yapılmış, sadece onu gerekçelendiriyor iddianame savcısı, “şöyle şöyle olmuştur, valiler bizi çağırmıştır, huzuru tesis etmeye gitmişizdir” gibi iddia makamı ile kolluk kuvvetlerini de özdeşleştiren sözlerle. Bu yönüyle bir itiraf da var iddianamede bence. Zaten “özyönetim karşısında devletin egemenliğini koruma hakkı yok mudur?” sorusu da, bu tarz bir “göz yumma” anlaşmasını ihlal etmiş olmamıza atıf yapıyor. Amacın tüm araçları meşrulaştırdığı bir anlaşma. Bu anlaşmanın bir parçası olmadığımız ortada.

İmza veren akademisyenler çok farklı yollardan geçiyorlar, farklı düşüncelere sahipler, hayata farklı bakıyorlar, politik görüşleri birbirinden çok farklı olabiliyor. Bunu savunmaların tarzında da görüyoruz, çok farklı vurgular, akademik veya kişinin çalıştığı, işlevsel olduğu alana dair vurgular olabiliyor. Bu da bizi topyekûn zenginleştiriyor.

Dikbaş: Buna en başta karar verdiler. Çökertme Planı’nı yaptıklarında bu planın bir parçası hukuktu, mahkemelerdi, bir parçası da toplumsal muhalefetti. Muhalif seslere hukuk sisteminin nasıl karşılık vereceği belliydi, mahkemelerin yetkileri bu yönde artırıldı. Şunu da söylemek lâzım ki, biz bunun ayrıntısıyız. Bunun çok daha ağır, şiddetli ve mümkünse eğer çok daha hukuksuz uygulandığı davalar, duruşmalar var.

Odman: Biz Avrupa Birliği’nde pazarlık konusu olabilecek, tabiri caizse “rehine üretme potansiyeli” olan “vitrin” davalardan biriyiz diye düşünüyorum. Nispeten demokratik dönemlerde ordusu, basını, akademisi, yargısı tek sesle konuşmak zorunda değildir, ama bu ideolojik aparatların tek sese indirgendiği bir dönem bu. Orduyla başladı, yargıyla, basınla devam etti, akademi de bir başka ideolojik aparat. Yani bu tasfiye bence zaten olacaktı. Metin olmasaydı, keşke yapmasaydık, “kendi ayağımıza mı sıktık” veya bazen “sıktınız artık” gibi tepkileri de psikolojik olarak anlıyorum, ama Türkiye’de ve dünyada siyasi tarihe baktığımız zaman, böyle dönemler muhakkak ideolojik aparatların sesinin tekleştirilmesi ve doğal olarak tasfiyelerle geliyor. Bu olmasa, Eğitim-Sen veya bir oda üyeliği olurdu mesela. Veya başka tekilleştirilmiş davalar. Şimdi o kadar ince bakmıyorlar, ellerinde liste olduğu için daha kaba davranıyorlar, ama bu muhalif veya yaraya dokunan herkesin tasfiyesi üniversiteye zaten gelecekti. Bence bizim şansımız, bu tasfiye olduğu zaman yanımızda yoldaş olacağımız insanların “listelenmiş olarak” bulunması. O liste bizim yan yana durma listemiz. Bence bu bir avantaj. Bizi teker teker başka türlü “avlasalardı”, bu insanların fiziken buraya gelme rutinleri, güven ilişkilerinin kurulması, akademinin işleyişine dair daha derin ve uzun zamandır var olan huzursuzluklar, dayanışma akademileri vs. üzerinden bu ortaklık da oluşmayacaktı. Yalnız ve yalnızlaştırılmış bir şekilde kalmadığım için şahsen müteşekkirim bu sürece. (gülüyor)

Bu kadar imzacının tamamının daha önce birbirini tanıyor olması zor. Bu duruşmalar süresince nasıl bir dayanışma ağı örülebildi?

Odman: Benim görebildiğim mesela, insan hakları mücadelesi, 50D’li asistanlar mücadelesi, kent ve çevre mücadelesi, Barış için kadın hareketleri, Eğitim-Sen, Türk Tabipler Birliği, SES, Bilgi Üniversitesi’nde 2009’daki sendikalaşma mücadelesi, Koç taşeron işçileri mücadelesi, Onurumuzu Savunuyoruz hareketi, tutuklu öğrenciler hareketi (TÖDA), mülteci çalışmaları, İzmir’de Halkların Köprüsü, Kocaeli’nde işçi ve halk sağlığı ağları, insan hakları avukatları ağları … Pek çok imzacı buralarda da dokunmuşlardı birbirlerine, kolektif işler, eylem-araştırmalar yapmışlardı. Bir sürü insan kolektif biçimde önceden böyle güven ilişkileri kurmasaydı, böyle bir örgü, direnç de oluşmazdı. Bunu da çok normal, çok doğal buluyorum. Barış için Akademisyenler’in iç dayanışmasının örgüsü tek seferde tuttu, ama bu pınarlardan, bu sulardan beslendiği için. Dava koordinasyonu ayrı bir boyut, ritm ve mekân da kattı bu dayanışmaya. Valla yirmi yaşımdan beri bu işkolundayım, Çağlayan mesaisi kadar düzenli mesai nadirdir, bizim ders-yazma-çizme-saha mesaileri normalde daha inişli çıkışlı oluyor. (gülüyor)

Vakıf üniversitesi devlet üniversitesinden, devlet vakıftan haberdar değil, profesör genç yardımcı doçentin ne yaşadığından, genç akademisyenin prekarya halinden, tüm kadrolular yarım zamanlının, devlete senet imzalayan borç boyunduruğundaki ÖYP’li asistanın ve sigortasız kaçak çalıştırılan vakıf asistanının hallerinden bihaber veya haberdar olmamayı tercih ediyor. Bu süreç işkolunun içindeki farklılaşmaya dair de çok şey öğretti, turnusol kâğıdı oldu.

Dikbaş: Bu dava tabii diğer hukuk mücadeleleriyle de paralel yürüyor. Gazeteciler, hukukçular, siyasetçiler de yargılanıyor burada, onlarla da temas içindeyiz. Hem gerçekte ve sanal ortamda birbirimizi haberdar ederek yapıyoruz bunu, hem gün içerisinde yargılanan diğer dostlarımızla burada beraber oluyoruz.

Odman: Belki muhalefet Çağlayanlaştı biraz diyebiliriz yani. Kent, çevre, emek mücadeleleri de burada buluşuyor.

Açık: 2016’dan bu yana olan süreçte belli kritik anlarda üzerimizdeki baskının arttığını görüyoruz. Bunun birinci örneği 10 Mart 2016’da yapılan basın açıklaması bahane edilerek dört arkadaşımızın haftalar boyunca tutuklu kalmasıydı. Bakırköy ve Silivri cezaevlerinin önünde her gün nöbet tuttuk. O sırada da bir gün sendikalar geldi, bir gün sivil toplumun farklı kesimlerinden insanlar, bir gün sinemacılar, gazeteciler…O dönemde pek çok farklı meslek grubu “barış”ın sözüne ortak oldu, “biz de bu suça ortak olmuyoruz” dediler. “Barış için Herkes” diyorduk artık hatta. O baskının artışına dayanışmamızı büyüterek cevap vermiş olduk. Sindirmeye, ürkütmeye çalışıyorlar, belki kitlesel bir imza çekme, bir nedamet bekliyorlar, belki akademisyenlerin bu süreci değersizleştireceklerini düşünüyorlar, ama bu hesaplar tutmuyor. Davalar açıldıktan sonra buraya haftada iki veya üç gün geliniyor, sözler söyleniyor, gerçekten çok etkileyici savunmalar yapılıyor ve insanlar bir kez daha dayanışmalarını direnişe katmış oluyorlar.

Demir: “Söz barışın” da boş bir slogan değil. Üzerimizdeki sorumluluk arttı. Ne de olsa sınıfsal olarak, coğrafi olarak, meslek olarak elimizde daha çok söz söyleyebileceğimiz, ses çıkarabileceğimiz bir imkân var. Kimin elinde bir imkân varsa onu başkaları  için de kullanıyor.

Açık: Avukatların, gazetecilerin, biz akademisyenlerin “Sözümüz Var” çıkışı olmuştu, hatta Kadıköy’de bir yürüyüş yapılmıştı. Söz söyleyenlerin, savunma yapanların, kamu hizmeti için habercilik yapanların ve akademisyenlerin sonuçta bir sorumluluğu, bir sözü vardı ve bu söz kısılmaya çalışılıyordu, bu sözün kısılamayacağını beyan etmiştik.

Dikbaş: Basın açıklamalarımızda Eğitim-Sen her zaman bizimle. Bağımsız basın, gazeteler ve internet medyasından gelenler, düzenli gelenler var. Bu, mesafenin kalktığı, haber üretiminin, bilgi ve sanat üretiminin kalitesini artıracak bir dayanışmaya dönüşecek bir yakınlaşma.

İşten çıkarma sürecinde KHK listelerini Ankara’da bürokratlar hazırlamadı, yerel üniversitelerde listeler hazırlandı, bir daha seçilmek için, ikbal için. Yerel savcılar çok daha dişlerini gösterdiler, üst mercilere atanmak için. Tek reisle olmuyor bu işler, insanların içindeki reislik potansiyelleri ortalığa saçılıyor, gayri insani organizasyon insanların içindeki kötüyü örgütlüyor, ortaya çıkarıyor.

Odman: Son Karaburun Kongresi’nde bir eleştiri gelmiş, Barış Akademisyenleri sürecinden sadır olan dayanışma akademilerinin tartışıldığı bir oturumda, “Faşizm geldi, akademi mi kuracağız, sözle mi mücadele edeceğiz?” diye. Söz mü, eylem mi ikilemi çok anlamsız geliyor burada bana. Sözün tüm şekilleriyle, norm, kavram, paradigma haliyle, kaynaklarıyla, sermayesiyle, karar verme yetkisiyle tekilleştirildiği hakikat-sonrası siyaset ortamında sözün eylemi çok daha önemli hale geliyor. Söz, bilgi, bilim üretmenin, yaptığımız işin son kertede daha uzun vadeli bir karşılığı var. Kısa vadeli çıkarlardan bağımsız bir iş yapmak zorundayız. Zaten akademisyen devlet memuruna iş güvencesi de anayasada bu minvaldeki maddeye dayandırılıyor. “Ben sana iş güvencesi veriyorum” diyor devlet, “çünkü bilimsel çalışmanın toplumun uzun vadeli çıkarlarını gözetecek şekilde iktisadi ve siyasi çıkar odaklarından bağımsız olması gerekir”. “Kamu faydası” ilkesi korunuyor bununla. Bunun için de, ifade özgürlüğü, yani söz, yazılı veya ağızdan çıkan söz, bizim en önemli üretim araçlarımızdan biri. Yaşam için, adil, eşit, iyi yaşam için, çevre için, emek için, demokrasi için bu sağlanmalı. Soykırımlar, etnik temizlikler, linçler olmasın diye, mülteci öldürülmesin diye, insan hakları ihlali bu kadar kolay olmasın diye, insanlar çalışırken canlarını kaybetmesinler, kadın cinayetleri, hayvan katliamları yaşanmasın diye belleğe ve bilgiye ihtiyacımız var. Bu belleğin ve bilginin sözünü söylemek, kurumsallaşmış üniversite dışında da, Çağlayan’da da, dayanışma akademilerinde de, bilgimizin, eylemimizin bir parçası zaten. Böyle bir ikilem olduğuna inanmıyorum. Ayrıca şimdi daha çok sokaktayız, her mânâda daha fazla mahkemelerdeyiz zaten!

Açık: Bir de, gerek imza sürecinde gerek sonrasında gösterilen çabalarda kadın emeğinin çok daha baskın olduğunu görüyoruz.

Demir: Evet, bizimki çok feminen bir örgütlenme tarzı bence. Kimsenin kimseye iş buyurmadığı, birinin bir diğerinin vakitsizliğini, imkânsızlığını toparladığı, koruyucu, gözetici, emeğin birbirinin üzerinde iktidar kurmadığı, kahramanlıklara ve onların diline ihtiyaç olmayan bir tarz.

Açık: İmza veren akademisyenler gerçekten çok farklı yollardan geçiyorlar, farklı düşüncelere sahipler, hayata farklı bakıyorlar, politik görüşleri birbirinden çok farklı olabiliyor. Bunu savunmaların tarzında da görüyoruz, çok farklı vurgular, akademik veya kişinin çalıştığı, işlevsel olduğu alana dair vurgular olabiliyor. Bu da bizi topyekûn zenginleştiriyor.

Odman: Bu süreç bize alanı, bir işkolu olarak akademiyi de tanıttı esasında. Daha önce “balık suyu bilmez” misali bir alandı, akademisyenlerin nesnelleştirici oklarını çevirmeyi sevmedikleri bir alan. Vakıf üniversitesi devlet üniversitesinden, devlet vakıftan haberdar değil, profesör genç yardımcı doçentin ne yaşadığından, genç akademisyenin prekarya halinden, tüm kadrolular yarım zamanlının, devlete senet imzalayan borç boyunduruğundaki ÖYP’li asistanın ve sigortasız kaçak çalıştırılan vakıf asistanının hallerinden bihaber veya haberdar olmamayı tercih ediyor. Bu süreç işkolunun içindeki farklılaşmaya dair paylaşılanlar hakkında da çok şey öğretti, turnusol kâğıdı oldu bence. Tanıma, tanışma ve dayanışma içinde olanlar için de, buraya duruşmasına gelenler için de bir psikolojik destek aynı zamanda. Uzun vadede bu bellek yaratma süreçleri hayatımıza bir anlam katacak diye düşünüyorum. Şimdi de katıyor zaten.

Dikbaş: Geçen sene aralık ayında duruşmalar başladığında ve biz başlayan duruşmaları koordine etmek üzere buraya geldiğimizde tabii ki birçok konuda acemiydik. Dönüp baktığımda iyi yaptığımızı düşünüyorum, ama altı-yedi ay sonra yaptığımız işler konusunda yeni usûller de geliştirdik, başka bilgilerle, başka alanlarla başka türlü ilişkiler geliştirebileceğimiz formlar da üretebileceğimizi anladık. Bu kadar yoğun bir çalışma olmasa doğabilecek bir bilgi biçimi değildi bu. Farklı farklı alanlarda gördüğümüz üniversite kurumunun çok daha büyük bir esneklik içermesi gerektiğinin çok kuvvetli bir teyidini yaşıyoruz. Üniversite tabii ki bir bina, bir isim değildir, ama başka tür bir canlılık, bir hayat içermesi gerektiğini şimdi çok daha kuvvetle anlıyoruz. Cumartesi Anneleri’ni Galatasaray Meydanı’na sokmamaya karar vermelerine benziyor mesela. Galatasaray Meydanı oradaki taşlar değil ki. Galatasaray Meydanı, Cumartesi Anneleri’nin buluştuğu yerdir, neresi olursa olsun. Hayat ve eylemin hayatı o dinamikten ortaya çıkar.

Açık: Orada da belleğe bir saldırı görüyoruz. Sadece kayıpların, akıbeti bilinmeyen insanların belleğine dair değil, “biz buradayız, görülmek zorundayız” iddiasının belleğine de bir saldırı.

Yeni öğretim yılı başlarken ve on binlerce öğrenci tutukluyken, üniversitelerin geleceği için ne söylemek istersiniz?

Demir: Neler yok ki: Faaliyet düşürmeler, öğrenci sayısını artırmalar, dersleri kapatmalar, ağzını açmayan insanları işe atamalar, istifa edenler, beyin göçü ve yerlerine daha güvencesiz istihdam edilenler, tüm bu karanlık içinde pırıl pırıl performans çizelgeleri, üniversitelerin el değiştirmesi, içinde çalışanlarıyla devredilmeleri, bir ayda beş kere değişen kişiye özel rektör atama kuralları…

Aile sevgi vaadini yerine getiremiyor, devlet hakları koruma vaadini, sosyal güvence vaadini yerine getiremiyor, üniversite de bilgi ve bilim vaadini, yargı adalet vaadini yerine getiremiyor. Paravan kurumların içinden yeni bir kurum doğmadan parçacıklı arayışlarla ömrünü geçirecek bir nesiliz muhtemelen. Nasıl yine aynı veya benzer hiyerarşileri yaratmadan, açık yapılar oluşturabileceğiz? Bizim işimiz bu arayış ve bir de bellek tutmak olacak.

Odman: Bir de akademinin bugünkü gündemiyle ilgili çok sorun var bence. Gazetecilik gibi, sosyal/beşeri bilimler alanında da otosansür ve araştırma kavramlarında, çerçevelerinde tekilleşme, zararsızlaştırma gittikçe artıyor. Sosyal bilimler suya sabuna dokunamazsa, hele böyle yangın bir dönemde, nasıl iyi bir sosyal bilim olabilir? Zaten imzacı profilinde sosyal bilimler alanından gelenlerin, insan hakları, halk sağlığı alanındaki tıpçıların, hukukçuların çok olması tesadüf değil. Bu gibi dallar bütün dünyada baskı altında, şirketleşmeyle beraber. Barış Akademisyenleri davası bunun adını koydu, hem imzacılarla hem de bu alanlarda çalışanların “buranın maddi, manevi suyu ısındı” deyip pılı pırtıyı toplayarak gitmesiyle birlikte ciddi bir kan kaybı yaşanıyor. Çok ciddi biat ilişkileri kuracak mevzuat değişiklikleri getirildi. Mesela bir bölümdeki beş asistandan sadece biri o bölümde kalacak, diğerleri o metropol üniversitenin dışında üniversitelere saçılacak, hangisinin kalacağı, hangisinin gideceği ister istemez “akademik performans”ı tanımlayan kişiye ve güç ilişkilerine yakınlıkla belirlenecek. Kendi araştırma gündemine, akademik niteliklere, çalışma koşullarına, etrafında yaşanan adaletsizliklere herhangi bir ses çıkaracak duruma nasıl gelecek, nereden güç alacaksın? Hocan ne diyorsa, neye proje fonu bulunduysa onu çalışacaksın. İş güvencesiyle ilgili meseleler aynı zamanda akademik işin içeriğiyle de ilgilidir akademide. Ne kadar kendi gündemlerimizi belirleyebiliyoruz? Bu sıkıntıyı çoğumuz hissediyorduk zaten. Bakın, koca koca üniversite bölümleri duruken, Sağlık Bakanlığı’nın yapıp kamuoyuna açıklamadığı devasa bir halk sağlığı araştırmasının sonuçlarını muhreç barış akademisyeni Bülent Şık açıklıyor. Her gün hukukun ilga edildiği örnekler önümüze dökülüyor, o koca hukuk fakülteleri ne yapıyorlar? Amed - Sur’u Unesco 2015’te dünya mirası listesine almıştı, ne akademik çalışmalar yapıldı orada. Bugün bunu görmezden gelip kentsel korumaya dair bir şey olmamış gibi devam etmek ne kadar mümkün? Üniversitelerde halk sağlığı, çevre, çalışma ekonomisi, insan hakları, göç, kent hakkında tezler yazılmaya, dersler verilmeye, projeler yapılmaya devam edilecek. Tüm bu dengelere dair turnusol kâğıdı olan alanlara değinebilecek miyiz? İşte bu kötü bir suskun oydaşı. Bu ancak, güç tekelleşmesi getirecek bir oydaşı. Gel de çalış bakalım. Doğrudan veya dolaylı olarak kazananların yanında olmak zorundasın artık. İnanılmaz eril, rekabetçi, fırsatçı bir ortam oluştu.

Demir: “Ben siyaset yapmayacağım, ben bilimsel çalışma yapacağım” deniyor ve bu telkin ediliyor mesela.

Odman: Sosyal bilimler, beşeri alanla iç içe olan doğa bilimleri toplumdaki bu büyük, yakıcı, ani ve kitlesel kayıplardan, acı doğuran süreçlerden kendilerini ne kadar soyutlayabilirler ki? Çok aktif bir görmezden gelme mesaisi gerektirir bu. Kötü bir organizasyon ve çok da büyük bir çalışma acısı yaratır. Görmüyor gibi yapmak müthiş efor gerektiren bir şey.

Dikbaş: Özgürlüğünden feragat eden, araştırmacı, soruşturmacı olmayı reddeden bu insanlara belki biraz fazla masumiyet atfediyoruz, bunu yapmamak lâzım. Aslı’nın geçen gün dediği gibi, faşizm koşullarında yönetici konumunda bulunan herkes iç pisliklerini özgürce yaşama hakkına sahiptir –biz böyle bir ters özgürlük içindeyiz. Suç işlemeye ve kötülük yapmaya mazeret bulma konusunda çok korkunç örneklerin olduğu bir zamanda yaşıyoruz.

Odman: ‘90’dan sonra bir sürü çaba kurumsallaştı, vakıf üniversitelerinde, yeni açılan devlet üniversitelerinde, eski devlet üniversitelerinin yeni kadrolarında belli “niş”lerimiz oldu, biz oraların da çocuklarıyız, oralarda yetişen bir kuşağıyız. O “niş”lerde halen var olmaya devam ettiğini iddia eden insanlar bir çalışma acısı içindeyken, bu sistemde mikro söz sahibi olanların da çok bilinçli bir şekilde küçük reisler olarak yeni zevkler yaşadığını görüyoruz. İşten çıkarma sürecinde KHK listelerini Ankara’da bürokratlar hazırlamadı, yerel üniversitelerde listeler hazırlandı, bir daha seçilmek için, ikbal için. Yerel savcılar çok daha dişlerini gösterdiler, üst mercilere atanmak için. Tek reisle olmuyor bu işler, insanların içindeki reislik potansiyelleri ortalığa saçılıyor, gayri insani organizasyon insanların içindeki kötüyü örgütlüyor, ortaya çıkarıyor. Üniversite dışında bilim, eğitim, hayatın bilgisini üretmek, Kocaeli’ndeki, Mersin’deki, İzmir, Ankara, İstanbul’daki, Eskişehir’deki dayanışma çabaları bugün çok daha önemli, çünkü üniversite vaatlerini yerine getiremez durumda. Aile sevgi vaadini yerine getiremiyor, devlet hakları koruma vaadini, sosyal güvence vaadini yerine getiremiyor, üniversite de bilgi ve bilim vaadini, yargı adalet vaadini yerine getiremiyor. Paravan kurumların içinden yeni bir kurum doğmadan parçacıklı arayışlarla ömrünü geçirecek bir nesiliz muhtemelen. Nasıl yine aynı veya benzer hiyerarşileri yaratmadan, açık yapılar oluşturabileceğiz? Bizim işimiz bu arayış ve bir de bellek tutmak olacak diye düşünüyorum.

Dikbaş: Nasıl bizim mikro-koordinasyonumuzun içinden yeni anlamlar doğuyorsa, bu yeni dayanışma akademilerinin içinden de yeni örgütlenme biçimleri doğabilir. Bu bizim için çok güncel, hep tartıştığımız bir konu.

Açık: Son olarak, sadece hukuk öğrencilerini değil, tüm öğrencileri, tüm meslektaşlarımızı, olup biten hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkesi duruşmalarımıza davet edebiliriz. Sadece bizimle dayanışma göstermeleri için değil: O mahkeme salonlarında bazen öyle olaylar yaşanıyor ki, ağzımız açık kalıyor.

Barış için Akademisyenler'in davalarını ve gelişmeleri takip için:
www.barisicinakademisyenler.net
Twitter: @barisakademik
Facebook: barisakademik

[This article was originally published by Birartibir on 1 October 2018]

Nidaa Tounès et Ennahda, l’alliance entre « deux forces d’ancien régime » en Tunisie. Retour sur l'histoire de la révolution avec Aziz Krichen

Aziz Krichen est une figure historique de la gauche tunisienne. Son opposition frontale aux régimes de Habib Bourguiba et de Zine El-Abidine Ben Ali le conduit en prison puis à l’exil. Ministre conseiller du président Moncef Marzouki depuis janvier 2012, il a démissionné de ses fonctions en mai 2014 pour ne pas avoir à cautionner une stratégie consistant à attiser les clivages identitaires du pays pour mobiliser l’électorat islamiste en prévision de l’élection présidentielle. Il répond ici à Khadija Mohsen-Finan qui l’interroge sur l’état actuel et le devenir de la classe politique tunisienne.

Khadija Mohsen-Finan. — Selon vos propos, après 2011, la classe politique tunisienne a «  confisqué le soulèvement  ». Pouvez-vous clarifier votre pensée  ?

Aziz Krichen. — En réalité, le terme de confiscation est impropre. Cela voudrait dire que la révolution était entre certaines mains et qu’elle serait ensuite passée à d’autres. Or, ça n’est pas ce qui s’est produit et ça ne se produit jamais ainsi.

Le soulèvement était spontané et sans encadrement politique au cours de l’hiver 2010-2011. Il a atteint son paroxysme le 14 janvier 2011, avec l’exfiltration de Zine El-Abidine Ben Ali. C’est à ce moment là que les choses ont commencé à refluer. Pareil mouvement de bascule est d’ailleurs inhérent à tout soulèvement spontané.

Le mot d’ordre était «  Le peuple veut la chute du régime  » mais en contrepartie, il n’y a jamais eu de revendication positive. Les questions classiques relatives à l’exercice du pouvoir, aux changements économiques et sociaux à introduire ne se sont pas posées. C’est toujours le cas lorsqu’il y a un soulèvement spontané. Il y a une cible à abattre, en l’occurrence ici le régime de Ben Ali, et ensuite, c’est en général assez obscur. Par quoi allait-on remplacer le régime à abattre  ? Le pays était dans le flou total à ce propos. Rien de très précis n’était prévu sur les réformes politiques, les déséquilibres dans l’assise territoriale du pays, le chômage des jeunes, etc.

L’opération de reprise en main par les forces politiques commence dès le 14 janvier, avec les deux gouvernements Mohamed Ghannouchi — un homme sans envergure. En mars, Béji Caïd Essebsi, qui est alors appelé à diriger le gouvernement, réussit à mettre toute la classe politique dans une structure, la Haute Instance pour la réalisation des objectifs de la révolution, de la réforme politique et de la transition démocratique. Elle est créée le 15 mars 2011 par la fusion du Conseil de défense de la révolution, qui bénéficie d’une certaine légitimité, et de la Commission supérieure de la réforme politique, qui était l’une des trois commissions nommées par Ben Ali le 13 janvier, la veille de son élimination, pour réformer l’État selon un processus «  légal  ».

Entre la Haute Instance, comme on l’appelait, et le gouvernement, il y avait un risque de dualité du pouvoir. Caïd Essebsi a alors réduit cette instance à un rôle consultatif, même si les cadres de la Haute Instance ne l’entendaient pas ainsi au départ.

À partir d’avril 2011, au terme d’un long débat sur le mode de scrutin, nous avons assisté à une reprise en main de la vie politique par les partis. Il n’y a donc pas eu renouvellement par le bas, mais cooptation par le haut. La classe politique l’a opérée de manière collective, en attendant les élections. Ceux qui ont fait la révolution ont eu le sentiment d’avoir été dépossédés par la Haute Instance.

Le 15 juillet, des jeunes venus de l’intérieur du pays protestent place de la Kasbah (Kasbah III) à Tunis, pour rallumer le flambeau de la contestation. La police les empêche de se rassembler et les partis politiques, y compris ceux de l’ancienne opposition, s’arrangent pour que leur initiative ne débouche sur rien.

La rupture finale se produit au moment de l’inscription sur les listes électorales. L’Instance supérieure indépendante pour les élections (Isie) voulait constituer un nouveau fichier d’électeurs pour ne pas avoir à utiliser l’ancien fichier du ministère de l’intérieur. Malgré les délais supplémentaires et les facilités accordées pour s’enregistrer, seule la moitié de la population apte à voter a figuré sur les listes électorales. La seconde moitié n’a pas voté. Les abstentionnistes provenaient essentiellement des régions de l’intérieur et des périphéries des grandes villes. Plus de 85 % des citoyens âgés de 18 à 25 ans ne se sont pas inscrits. Cela veut dire que les vecteurs du soulèvement ne se sont pas reconnus dans la nouvelle classe politique : l’offre politique ne correspondait pas à la demande populaire.

Ce constat est valable pour les trois moments électoraux que nous avons connus depuis la révolution : en octobre 2011 avec l’élection des membres de l’Assemblée nationale constituante, en octobre 2014 avec les élections législatives et en novembre-décembre 2014 pour ce qui concerne l’élection présidentielle. Entre octobre 2011 et décembre 2014, on a encore perdu un million d’électeurs. Un peu plus de 3 millions de citoyens se sont déplacés pour voter au deuxième tour de la présidentielle, sur plus de 8 millions d’électeurs potentiels. Nidaa Tounès et Ennahda, les deux principaux partis, ne mobilisent qu’un peu plus de 2 millions de personnes. Ces chiffres indiquent le décalage existant entre la société politique et la société réelle.

Les acteurs du soulèvement populaire d’il y a quatre ans n’ont pas donné naissance à des formations politiques en adéquation avec leurs aspirations. Ceux qui sont aux commandes à présent sont en complet décalage avec ce qui s’est produit en décembre 2010 et janvier 2011.

K. M.-F. — Vous considérez que la classe politique ne s’est pas suffisamment renouvelée  ?

A. K.— Par rapport à la situation antérieure au 14 janvier 2011, par rapport à il y a dix ou vingt ans, on retrouve les mêmes acteurs principaux, c’est-à-dire Nidaa Tounès, qui prolonge d’une certaine façon le mouvement destourien, et les islamistes d’Ennahda. Le grand progrès réalisé par rapport à autrefois réside dans le fait que ces deux partis ne sont plus en guerre l’un contre l’autre, dans un système fermé et dictatorial. Ils sont désormais associés, dans un régime ouvert et démocratique. Mais il s’agit toujours des deux mêmes forces politiques, passées d’un état de belligérance à une situation de partenariat. Et les petites formations (les groupes de gauche, les libéraux, les démocrates, les nationalistes arabes), restent subalternes, comme il y a dix ou vingt ans. Il n’en demeure pas moins que le rapport d’association existant entre Nidaa Tounès et Ennahda est un progrès, car il permet à la Tunisie de surmonter ses divisions identitaires, condition indispensable pour affronter les vrais problèmes du pays et non ses fantasmes.

Par ailleurs, ces deux forces politiques sont dans un rapport d’équilibre, elles bénéficient d’un soutien populaire quasi équivalent : environ un million de votants pour chacune. Cette situation constitue une sorte de garantie pour la préservation des libertés. Les deux partis se surveillent mutuellement, neutralisant ainsi les velléités hégémoniques qui existent ici et là. Le souci, c’est que ces deux forces sont, pour ainsi dire, des forces d’ancien régime.

Entre Nidaa Tounès et Ennahda, au-delà de l’antagonisme idéologique apparent, il y a une identité réelle, notamment en matière économique. Ils ont le même programme. L’affichage varie, mais leurs conceptions économiques sont les mêmes : un mélange de clientélisme et d’ultralibéralisme. Les deux mouvements sont aujourd’hui aux affaires, ils ne peuvent reproduire que les anciennes recettes, dont tout le monde sait par avance qu’elles ne vont pas fonctionner.

Prenons un exemple. L’une des raisons du soulèvement d’il y a quatre ans était la très grande disparité entre les régions, conséquence des choix économiques du passé. Ben Ali répétait à l’envi qu’il fallait investir massivement à l’intérieur du pays pour arriver à bout de ces disparités. On continue à dire la même chose, mais le gouvernement n’a aucune solution pour résoudre ce problème. Or, à y regarder de près, à l’origine de la question, il y a une politique économique qui a appauvri la paysannerie et empêché le développement agricole du pays. Cela a provoqué un exode rural massif et les régions de l’intérieur ont été sinistrées. Cette situation, qui dure depuis soixante ans, s’articule autour d’une politique des prix agricoles (fixés par l’État et non par le marché) qui aboutit à un véritable pillage du monde rural. L’agriculture et la paysannerie ont été laminées, non par le manque d’investissements, réel par ailleurs, mais à cause de cette politique des prix. Consultez les programmes de Nidaa Tounès et d’Ennahda, vous ne trouverez pas une seule ligne sur cette question essentielle, à l’origine du plus grand déséquilibre de nos politiques de développement.

Un autre exemple : l’économie parallèle, qui constitue près de 60 % de notre PIB réel. Sans parler des villes qui sont défigurées par les étalages anarchiques, l’ensemble de nos activités dites «  structurées  », dans le commerce, les services et l’industrie est menacé par la prolifération de ce phénomène. Je prétends qu’il n’est pas possible de développer le pays et de stabiliser son système démocratique en restant dans le cadre d’une économie divisée de cette façon.

Le gouvernement actuel n’a pas de vision pour régler ce problème, à part les descentes de police pour nettoyer la rue. Il a donc recours aux méthodes anciennes, mais sans disposer des moyens du passé, c’est-à-dire ceux d’un État policier.

Si les deux principales forces politiques travaillent bien ensemble, si elles sont bien représentées dans le même gouvernement, la fracture entre ce qu’elles peuvent proposer et ce pour quoi le pays s’est soulevé reste entière. Tandis que le pouvoir reste sans réponse appropriée, le pays continue à s’enfoncer dans le marasme. Le gouvernement s’agite en donnant le sentiment qu’il ne sait pas ce qu’il doit faire.

K. M.-F. — Où est passée la gauche tunisienne  ?

A. K.— Il faut comprendre que la bipolarisation a marginalisé toutes les autres forces politiques. Du temps de Ben Ali, lorsque le pouvoir en place désignait les islamistes comme le principal ennemi, il faisait d’eux une alternative incontournable, le recours vers lequel se reportait automatiquement la majorité de ceux qui s’opposaient à ce pouvoir. Les autres formations d’opposition se retrouvaient dès lors marginalisées, elles ne pouvaient plus jouer un rôle de premier plan.

Avec la troïka1, la même mécanique s’est remise à fonctionner, mais à fronts renversés. En 2012, lorsque Nidaa Tounès a commencé à se constituer, cette formation ne pesait pas lourd par rapport à des partis comme Al-Joumhouri2 ou même Al-Massar3. Mais dès lors qu’Ennahda a désigné Nidaa Tounès comme son adversaire numéro 1, ce parti est très vite devenu le pôle central autour duquel s’est aligné le reste de l’opposition.

Au-delà de leurs divisions — provoquées notamment par le syndrome présidentiel de beaucoup de leurs dirigeants —, les groupes de l’opposition démocratique et progressiste ont continuellement été écartelés par la bipolarisation. Ils n’ont cessé de basculer en recherchant des alliances avec l’un ou l’autre pôle majeur.

L’opposition démocratique n’a jamais développé de projet qui lui soit propre et qui garantisse son autonomie. Elle n’a jamais été en mesure de développer une vraie vision des changements économiques et sociaux dont le pays avait besoin et elle n’a donc jamais pu mobiliser de manière significative les milieux populaires intéressés par ces changements. En un mot, elle est restée une force d’appoint, à la remorque d’Ennahda ou de Nidaa Tounès, sans jamais pouvoir jouer le premier rôle.

Avec la mise en sommeil effective de la bipolarisation, les choses pourraient et devraient changer. La gauche pourrait enfin se mettre à exister. Je crois même que ses chances d’exister et de peser n’ont jamais été aussi grandes tant le pays est en attente.

Ennahda et Nidaa Tounès sont aujourd’hui associés au pouvoir. Pour coexister, ils sont condamnés à évoluer. S’ils réussissent leur examen démocratique, ils pourraient se transformer en partis de droite classiques, l’un plus conservateur, l’autre plus libéral. Ensemble, toutefois, ils ne représentent actuellement qu’environ le quart du potentiel électoral global du pays. C’est dire que la grande majorité de la population attend autre chose, une autre offre politique.

Une gauche rénovée et refondée pourrait répondre aux besoins de la masse des Tunisiens qui ne se retrouve pas dans la classe politique existante. C’est mon vœu le plus cher et c’est en tout cas à la réalisation de cet objectif que je consacre tous mes efforts.


 1Gouvernement de coalition entre 2011 et 2014, dirigé par Hamadi Jebali puis Ali Larayedh et rassemblant trois partis politiques représentés à l’Assemblée constituante : Ennahda, Ettakatol et le Congrès pour la République (CPR) dans le but de former une majorité stable.

2Appelé aussi Parti républicain, fondé le 9 avril 2012 par la fusion de plusieurs partis centristes et socio-libéraux.

3Encore appelé La Voie démocratique et sociale. Parti créé le 1er avril 2012 de la fusion entre le mouvement Ettajdid, le Parti du travail tunisien et des indépendants du Pôle démocratique moderniste.

[Cet article a été publiè pour la premiére fois sur OrientXXI]