Bildirimize geçmeden önce önemli olduğunu düşündüğümüz bir noktayı açıklığa kavuşturmak isteriz. [Bu bildiride dile getirdiğimiz] duruş, bulunduğumuz spesifik coğrafi ve siyasi koşullardan ve 2020’deki bu savaşı önceleyen birtakım kararlardan kaynaklanan durum içerisinde geliştirdiğimiz bir tavırdır. Şiddet soyut ve dinginci değildir, biz de öyle olmamalıyız.
İHTİLAFIN (KOLONYAL) KÖKENLERİ
Արցախ / Qarabağ ihtilafının, yani “Güney Kafkasya” denilen coğrafyada, “Dağlık Karabağ” olarak adlandırılmış, kara ile çevrili bölge üzerindeki anlaşmazlığın kökenleri Sovyetlerin erken dönemine uzanır ve sömürgecilik ürünüdür. Dönemin Sovyetler Birliği uluslar halk komiseri Joseph Stalin, sosyalist yanlısı görünen Atatürk Türkiyesi ile ittifakını güçlendirmek amacıyla, nüfusunun çoğunluğunu yerli Ermenilerin oluşturduğu Artsakh / Qarabağ’ı petrol zengini Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kontrolü altına sokmuştur. Sovyet yıllarında, SSCB yıkılana kadar, Dağlık Karabağ Özerk Oblastı (DKÖO), Sovyet Azerbaycan yetki sınırları içinde, Ermeni çoğunluk ve Azeri, Rus, Ukraynalı, Beyaz Rus, Rum, Tatar ve Gürcü azınlık nüfusun yaşadığı, öz-yönetimle yönetilen bir bölge olarak kaldı.
MODERN DÖNEM VE 1988–1994 SAVAŞI
Onlarca yıl Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin DKÖO Ermeni nüfusuna karşı yürüttüğü önyargılı ve baskıcı yerleşimci sömürgeci siyaseti deneyimledikten sonra, 1988 Şubat ayında, Artsakh / Qarabağ’ın Ermenistan’la birleşmesi talebiyle kitlesel eylemler başladı. Bölgenin başkenti Stepanakert’te başlayan gösteriler, Erivan’da devam etti. Kısa süre sonra, DKÖO Yüksek Konseyi bölgenin Sovyet Ermenistan’a birleştirilmesini talep etti.
Ancak, bu kendi kaderini tayin etme (self-determinasyon) çabalarına, Azerbaycan’ın kıyı şehri Sumgayit’te ve daha sonra Kirovabad ve Bakü’de (sonuncusu Ocak 1990) Ermenilere karşı soykırımsal pogromlarla karşılık verildi. Bu gerilimler hızlıca iki taraf arasında gerilla savaşına dönüştü. 2 Eylül 1991’de Stepanakert’te Dağlık Karabağ Cumhuriyeti ilan edildi. Aralık ayındaki referandumla, Sovyet Azerbaycan hükümetinin tekrar reddi ve bölgedeki 20% Azeri nüfusun boykotuna rağmen, demokratik bir şekilde bağımsızlık yönünde kullanılan 99,98% oyla onaylandı.
Azerbaycan ise Sovyetlerden bağımsızlığını bundan hemen bir ay sonra, 18 Ekim’de ilan etti. Azerbaycan’ın bağımsızlığının dayanağı uluslararası hukukun Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesi olmasına ve bu ilke SSCB’den Ayrılma Kanunu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Anayasası’yla belirlenmiş ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasının Birinci Bölüm, Birinci Maddesi ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi tarafından “tüm halklara” tanınmış bir hak olarak koruma altına alınmış olmasına rağmen DKÖO’nın bağımsızlık ilanına –yani Stalin’in adaletsiz emperyalist manevrasını düzeltme çabasına – inkar ve şiddetle karşılık verildi. Bu durum, yeni kurulmuş Azerbaycan Cumhuriyetini de sömürgeci bir devlet yaptı.
Çatışmalar post-Sovyet Rusya (daha açıkça) ve NATO müttefiki soykırımcı Türkiye’nin (daha ihtiyatlı bir şekilde) jeopolitik hedefleri ve emperyalist hevesleri doğrultusunda taraf tuttuğu büyük çaplı ve yıkıcı 1992-1994 savaşına tırmandı. 1994’te Bişkek Protokolü ile istikrarsız bir ateşkes ilan edildi.
Aralarında sivillerin de bulunduğu on binlerce insanın hayatını kaybettiği bu savaş, Azeri sivillerin katledildiği Hocalı katliamı gibi korkunç olaylara tanıklık etti, iki taraftan da yüzbinlerce insan yerinden edildi, bir zamanlar DKÖO olan bölgenin büyük bir kısmı ve komşu 7 bölge Ermeni güçlerinin kontrolü altına girdi.
ATEŞKES SONRASI ON YILLAR
Ateşkesten sonra, ustaca manipüle edilen savaş tehdidi Ermenistan, Artsakh / Qarabağ ve Azerbaycan halklarını kontrol altında tutarak onları, toplumsal, siyasi ve ekonomik mevzularda bağımsız ve sömürgeci olmayan kararlar almaktan mahrum etti. On yıllarca, seçim olmadan başa geçmiş yolsuz hükümetler halkı ezerek ve şiddet uygulayarak rejimin değiştirilmesi yönündeki herhangi bir fırsatın önüne geçti.
Yolsuzluktan, otoriterlikten, ağır metal ve fosil yakıt madenciliğinden, ticaretten ve de savaş ve heteroataerkinin yüceltilmesinden beslenen kitle imha silahları satışından nemalanan Ermenistan, Azerbaycan, Rusya ve Türkiye yönetici sınıfları benzer sömürü ve baskı yöntemleri uyguladılar. Savaştan etkilenen tüm coğrafyada sınırlar ötesi, sınıflar, ırklar, etnisiteler, cinsiyetler, cinsellikler, diller, bedensel özellikler, kültürler ve yaşlar arası uzun vadeli bir post-milliyetçi, sömürgecilikten arınmış, ataerki karşıtı, antifaşist ve ekofeminist dayanışmanın örgütlenebilmesini olanaksız kıldılar.
Her ülkede azınlığı oluşturan siyasi elitler ve yönetici sınıflar ayrıca, ezilen çoğunluk halktan ziyade birbirleriyle daha çok dayanışma sergilediler. Kapalı sınırlar arasında ateşkes ihlalini kışkırtarak muhalefeti susturdular. En zenginler parayla ordudan muaf olurken, toplumların en yoksul tabakalarından erler askerlik hizmeti sırasında şiddete ve istismara maruz kaldılar, intihar ettiler, öldürüldüler.
Sorunun barışçıl çözümüne dair en ufak bir olasılık vardıysa da bu, göstermelik ve gizli diplomatik görüşmelerde toprağa gömüldü. Bu süreç, silah tüccarı emperyalist güçler ve çatışan ülkelerin iktidarındaki temsilcileri için karlı olan statükonun 30 yıl korunmasıyla sonuçlandı.
Ermenistan, Artsakh / Qarabağ ve Azerbaycan halkları birbirlerine karşı nefret dolu faşizan bir söylem takındılar. Üç kuşak, daha önce Sovyet döneminde “ulusların kardeşliği” politikasıyla az çok engellenmiş / bastırılmış etnik ve dini düşmanlığı yeniden üreterek bu söylemle büyüdü. Faşizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı özellikle Azerbaycan’da çok yüksek seviyelere ulaştı. Devlet Başkanı Aliyev’in 2015’teki “Ermenistan koloni bile değil, o hizmetçi olmaya bile değer değil” tweetinde olduğu gibi resmi söylemde ve Budapeşte’de NATO sponsorluğunda düzenlenmiş bir eğitim sırasında Azerbaycan ordusundan subay Ramil Seferov’un Ermenistan ordusundan subay Gurgen Margaryan’ı uykusunda baltayla öldürmesi ve daha sonra Aliyev tarafından affedilip kahraman ilan edilmesi, terfi ettirilip ödüllendirilmesi örneğinde olduğu gibi devlet pratiğinde kendini göstermeye başladı.
Azerbaycan halen diktatörlükle yönetilen bir devletken, Ermenistan halkı kısır döngüyü kırmaya çalışarak 2018’de bir protesto hareketi başlattı ve bunun sonucunda, yolsuzlukla zenginleşmiş oligarşi, barışçıl yöntemlerle, iktidarı neoliberal bir kadroya devretti. Yeni kurulan demokratik hükümet, talan edilmiş kamu kaynaklarını geri yerine koyma yönünde defalarca fakat yetersiz çabada bulundu. Fakat emek hareketinin farklı bileşenlerini ya da maden endüstrisine karşı duran ekofeminist, tabandan örgütlenmiş ve toplum merkezli direnişi kurumsal olarak örseleyen ataerkil, sömürgeci, neoliberal kapitalist ve çevre karşıtı sisteme direnmeyen ve onu reddetmeyen bir burjuva demokratik ulusal “devrim” eninde sonunda yenilmeye mahkumdur ve eski düzene dönme riski taşır. Bölgedeki otokratik güçler, kuşkusuz, bu tersine dönme için uğraşacaklardır. Darbeyle olmazsa, belki de savaşla…
2020 SAVAŞI
27 Eylül 2020’de Azerbaycan diktatörlük rejimi Türkiye’nin desteğiyle ve “Ermeni işgaline son vermek” ve “toprak bütünlüğünü” yeniden sağlamak siyasi amacıyla Artsakh / Qarabağ’a karşı savaş başlattı. Savaşı kimin başlattığı, birçok merkezci “tarafsız” görüşün iddia ettiği gibi bir yorum veya kanaat meselesi değil, aksine bir kayıt düşme meselesidir. Bu yılın Mart ayından beri düşüşte olan petrol fiyatlarının da derinleştirdiği siyasi ve ekonomik bir açmaz içinde bulunan Azerbaycan devlet başkanı Aliyev’in otokratik rejimi, öyle görünüyor ki bir kez daha, halkının gündemini Artsakh / Qarabağ’a çekmek için savaş ve milletçilik son kartını oynamaya karar verdi.
Yeni-Osmanlıcı yayılmacı tavrının uzantısı olarak hem diplomatik alanda hem de savaş alanına sağladığı silah, uzman askeri personel ve Suriye’den taşınan en az yüzlerce kiralık askerle Azerbaycan’ı destekleyen Türkiye açıkça bu çatışmada taraftır. Erdoğan rejimi AGİT MİNSK grubu formatını dağıtmaya ve kendini meselenin muhatabı haline getirmeye çalışmaktadır. Amacı, bölgede söz sahibi olmak ve Rusya’yla temsili savaş cephesi açarak onun etkisi altındaki başka bir bölgedeki dengeleri sarsmak ve diğer sömürge cephelerinde, yani Suriye ve Libya’da kazanımlar sağlamaktır. Erdoğan rejimi için bunun içişlerinde de önemli bir anlamı olabilir. Yıllardır Türkiye’nin yayılmacı ve yeni-Osmanlıcı hırsı ve direnmeye çalışan muhaliflere ve antifaşistlere karşı sürdürülen baskılar, Erdoğan’ın ve hükümetinin meşruiyet kaynağı oldu ve halkın dikkatini neoliberal ekonomi politikalarından ve durmak bilmeyen özelleştirmelerden başka yöne çekmeye yaradı. Azerbaycan’ın petrol zengini yönetici sınıfı Türkçü paradigmayı memnuniyetle karşıladı. “Tek millet iki devlet” sloganı Azerbaycan halkının Türkiye siyasi elitine zorla tabii ettirilmesinden başka bir şey değildir.
Diğer yandan Rusya, on yıllardır iki ülkeyi de silahlandırarak ve bu sorunu bölgedeki siyasi ve ekonomik etkisini arttırmak için kullanarak, muhtemelen barış karşılığında Ermenistan’ın son kalan siyasi ve ekonomik egemenliğini ve Kadife Devrim sonrası demokratik kazanımların bir kısmını da teslim etmesini beklemekte.
İki tarafın birbiri hakkında yayınladığı kayıp haberlerine göre, savaş şimdiye kadar zaten iki tarafta da binlerce insanın ölümüne ve yerinden yurdundan olmasına neden oldu.
SAVAŞIN KAZANANI OLMAZ
Savaşta ondan kar edenler dışında kimse için “zafer” yoktur. Savaşın yüceltilmesinin kökleri, varlığı savaşa ve savaşın ideolojik hegemonyasına dayanan ataerkil heteronormatif sistemin ürettiği toksik erkekliktedir. Savaş, antikapitalist, antimilitarist, antifaşist, ırkçılık karşıtı, çevreci, feminist ve kuir mücadeleleri siler. Her alana nüfuz etmiş ataerkil ve milliyetçi söylemler sadece baskın değil aynı zamanda mecburi hale gelir. Anaakımdan farklılaşan herhangi bir duruş “ulus devlete” ve “ulusal orduya” karşı cezalandırılması meşru bir ihanet olarak görülür. Yeni bir savaş, yeni bir nefret dalgasının yükselmesi, uzlaşmaya ve karşılıklı güvene kapıların kapanması, milliyetçiliğin tırmanması, savaşı üreten mekanizmaya ve emperyalist yayılmaya karşı duran marjinalleştirilmiş seslerin hedef alınması anlamına gelir. Her savaşın olduğu gibi, bu savaşın da çevre için korkunç sonuçları olacak. Bunlar sınırlar ve kimlikler ötesi sonuçlardır. Zaten madencilikle zarar görmüş ve neredeyse geri dönülmez şekilde tüketilmiş durumda olan dünyanın bu yanı, şu anda her gün biraz daha yok edilmekte.
Militerleşme her yere sirayet etmekte: kişisel düzeyde, haberleri takip ederken, ölümlerle, sonu gelmeyen bombardımanlarla ve yıkımla ilgili bilgi alırken, mültecilere yardım amaçlı gönüllü hizmette bulunurken artık militerleşmekle ona direnmek arasındaki sınırı hissetmiyoruz. “Savaşa dahil olmama” gibi bir opsiyon yokmuş gibi görünüyor. Elimizde kalan tek kaçış yolu, birbirimize iyi bakmak, destek olmak ve değerlerimizi korumamıza ve hayatta kalmamıza yardımcı olan dayanışma ağları içinde olmak. Bugünkü koşullar içinde bize izin verilen tek meşru dayanışma biçimi birlikte ölmek ya da savaş alanından kaçanlar için yardım örgütlemek (bakım, iyileştirme ve fiziksel, psikolojik ve ekolojik kaosu temizlemek için gerekli olan cinsiyetlendirilmiş dayanışma). Küçük yaştan beri bedenlerimiz bize ait değil. Onlar farklı şekillerde bu soruna hizmet ettiriliyorlar.
Bu döngü durmalı. Güçlü antifaşist barış yanlısı bir siyasi hareket ve siyasi ajandaya ihtiyacımız var.
Şimdiye kadar, böylesi bir hareket oluşturamadık. Bunun sebebi kısmen a) milletçilik, ataerki, kapitalizm ve militarizm eleştirisinin hala büyük ölçüde marjinal ve bastırılmış bir söylem olması, b) savaş karşıtı duruşların yabancı askeri saldırılar ve yayılmacı söylemlerin yarattığı koşullar altında fiili olamamaları, c) zaten marjinalleştirilmiş barış yanlısı söylemlerin genellikle güç ilişkisi dinamiklerini, bağlamları ve hakikatleri homojenleştirip eşitleyen liberal, tepeden inme yaklaşımlarla domine edilmesi, ve d) milliyetçilik karşıtı ve enternasyonalist duruşların sık sık kolayca Sovyet totaliter sosyalizm deneyimiyle bir tutulması ve bunla ilgili kolektif hafızanın sol politikaya pek alan bırakmaması. Coğrafyamızda bu tür alanların açılabilmesi için sömürgecilikten kurtulma mücadelesinin birbiriyle bağlantılı bir şekilde örgütlenmesi ve belki de Azerbaycan, Türkiye ve Rusya’da diktatörlüğün devrilmesi ile başlaması gerekir.
Sovyetler Birliği barışın inşası yönünde bir çözüm değil, tam da problemin bir parçasıydı. Batı kapitalist sistemi gibi, bilimsel ilerleme, askeri-endüstriyel yayılmacılık ve silah ticareti, emek sömürüsü, bedenlerin ve zihinlerin disipline ve kontrol edilmesine dayanan antroposantrik ve “İnsanın” üstünlüğü üzerine kurulmuş sömürgeci modernist bakış açısına aktif olarak katkı sundu.
DEKOLONYAL, ANTİFAŞİST VE ANTİMİLİTARİST EKOFEMİNİST EYLEM ZAMANI GELDİ
Azerbaycan’ı saldırıları durdurmaya çağırıyoruz. Bu sorunun askeri bir çözümü olamaz.
Ulus ve toprak ideolojik çerçevesi yerine halk ve haklar ideolojik çerçevesini benimsemeye çağırıyoruz. Devletlerin hakları yerine halkların hakları. Bu sorun, sadece toprak bütünlüğü hukuki ilkesi üzerinden ele alınamaz.
Artsakh / Qarabağ’ın kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını ve yüzyıl önceki Sovyet kolonyal manevrasının düzeltilmesini istiyoruz. Bolşevikler tarafından yirminci yüzyılın başında çizilen ve bağımsız Azerbaycan tarafından onaylanmış olan sınırlar Artsakh / Qarabağ halkının çoğunluğunun haklarını hiçbir zaman yansıtmadı. Bölgede bitmek bilmeyen savaşın ve onun sonucunda insanların yerlerinden olmasının koşullarını yarattı; komşu bölgelerden bir tampon bölge oluşturmayı mecbur kıldı.
Demilitarizasyon, toplumların karşılıklı nefretten arındırılması, karşılıklı ve kalıcı güvenlik güvencesi verilmesi ve faşist emperyalist güçlerin bölgeyi karıştırmasının engellenmesi koşullarının sağlanması ile bütün mültecilerin evlerine dönme ve kendi kaderlerini tayin etme hakkının önemini vurgulamak istiyoruz. Bu mülteciler 7 komşu bölgelerden, DKÖO’dan ve Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti’nden Azeriler ve Şahumyan, Bakü, Sumgayit, Nakhiçevan (Nahçıvan) ve diğer Azeri şehirlerinden Ermenilerdir.
Yayılmacı ve maksimalist yaklaşımları bırakıp post-milliyetçi duruşlar geliştirmeye çağırıyoruz.
Çağrımız, yenilerini engellemek adına, tarafların, geçmişteki soykırım ve katliamları (Ermeni Soykırımı, Şuşi katliamı, Sumgayit, Kirovabad, Bakü pogromları ve Hocalı katliamı) tanımaları ve tazmin etmeleri yönündedir.
Azerbaycan, Türkiye ve başka yerlerde seslerini bu savaşa karşı yükseltmiş olanlarla dayanışma içinde olduğumuzu belirtiyoruz.
Küresel barış ve demilitarizasyona çağrı yapıyoruz. Ağır metal madenciliği ve fosil yakıt endüstrisi ile desteklenen sömürgeci askeri-endüstriyel komplekse ve silah ticaretine son verilmesi için çağrıda bulunuyoruz. Dünya çapında ağır metal madenciliğine ve fosil yakıt yakmaya son vermeye çağırıyoruz.
Sınırlar, kimlikler, ezilmiş sınıflar arasında dayanışmaya ve barış içinde birarada yaşamaya çağırıyoruz.
İnsan ve insan olmayan her türlü yaşama saygıyı egemen siyasi ilke olarak benimsemeye çağırıyoruz.
Faşizmi, kapitalist düzeni ve onun coğrafyamız ve ötesindeki temsilcilerinin diktatör iştahlarını bastırmak için uluslararası bir mücadeleye çağırıyoruz. Totaliterliği ve totaliterlik propagandasının her şeklini reddediyoruz.
Kafkas halkları için, kendi kendini yöneten ve otonom enternasyonalist komünitelerin yaratılması yoluyla yaşam-merkezli bir siyasi ekoloji içinde, post-milliyetçi, çoğulcu ve sürdürülebilir bir ortak yaşam hayal ediyoruz.
12/10/2020
A.N.
M.S.
P.H.
T.T.
NOT: Okurlardan edindiğimiz yorumlar üzerine bir noktayı netliğe kavuşturmak istedik. “Komşu bölgelerden bir tampon bölge oluşturmayı mecbur kıldı” ifadesi, var olan durumun bir daha geri dönülemez olduğu iddiası olarak değil, tarihsel anlatının bir parçası olarak okunmalıdır. Yanlış anlamaya yer vermemek adına, bu cümleden hemen sonra gelen paragrafı (tekrar) okumaya davet ediyoruz.
[This is a translation of the English article published originally on Medium. To read the English version, click here.]