Gezi’den Bugüne Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri

Yücel Tunca © 2013 Yücel Tunca © 2013

Gezi’den Bugüne Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri

By : Aslı Odman & Cem Özatalay & Emre Yeksan

[Bu yazı, Jadaliyya Türkiye Sayfası Editörleri tarafından hazırlanan “Gezi'yi Hatırlamak: On Yıl Sonra Nostaljinin Ötesinde” başlıklı tartışma serisinin bir parçasıdır. Konuk editörler Birgan Gökmenoğlu ve Derya Özkaya tarafından hazırlanan serinin giriş yazısına ve diğer makalelerine buradan ulaşabilirsiniz.]

Üçünüz de yıllardır Türkiye’de sınıf mücadeleleri ve bu mücadelelerin toplumsal, siyasal, ve kültürel alana tezahürleri üzerine çalışmalar yapan oldukça üretken isimlersiniz. Öncelikle Gezi’yi Türkiye’deki sınıf mücadeleleri tarihinde nasıl konumlandırdığınızı kısaca açıklayabilir misiniz?

Emre: Gezi’ye bir sınıf isyanı demek zor. Ne kitlenin üzerinde ayağa kalktığı zemin onun sınıfsal karakteri ve bundan doğan bilinciydi, ne de açığa çıkan isyanın okları doğrudan emek sermaye çelişkisine dönüktü. Ama bu Gezi’nin sınıfsal bir çerçevede ele alınmasına engel değil. Her isyan, her itiraz hareketi, mevcut düzenin karşısına dikilen her toplumsal direniş içinde yaşadığımız dünyayı aşmanın, onu temelden değiştirmenin kaçınılmaz yolu olan sınıf savaşıyla bir düzeyde ilişkili. Gezi ise her ne kadar mevcut Türkiye burjuva siyasetinin işçi sınıfını bölen seküler - muhafazakar karşıtlığından kaçmaya çalışsa da, sonuç olarak o ayrıma sıkışıp kalan bir isyan oldu. Kendisine fazlaca iyimser bir tavırla atfedilen, bu iki kamp arasında, Nurdan Gürbilek’in benzetmesiyle Fatih ve Harbiye arasında bir köprü olma konumuna da aslında ulaşamadı. İsyana dahil olan kitlenin çoğunlukla işçi sınıfının farklı katmanlarından oluşması onu sınıf mücadelesinin dolaysız bir parçası kılmıyor. Ama buna rağmen Gezi İsyanı, Marx’ın Tarihsel Parti diye ifade ettiği, mevcut düzene dair rahatsızlığını açıktan ifade eden, onu değiştirme arzusunu içinde taşıyan ve bu çabayı partikte de gösteren tarihsel öznenin vücuda geldiği anlardan biriydi. O açıdan uzun erimli bir sınıf savaşının da doğal olarak parçasıydı.

Cem: Bu soruyu yanıtlayabilmek için sınıf mücadelesinden ne anladığımı kısaca belirtmem gerekiyor. Sınıf mücadelesi, tarihsel olarak birbirinden farklı -ama büsbütün de bağımsız olmayan, yer yer birbirini tetikleyen ama her zaman da tetiklemeyen- kapitalizmin iki temel fay hattının yarattığı gerilimler üzerinden vücut buluyor. Bu fay hatlarından ilki mülksüzleştirme dinamiği üzerinden oluşurken ikincisi ise artı değer sömürüsünün yarattığı gerilimler üzerinden oluşuyor. Marx bunları sırasıyla ilkel birikim ile genişletilmiş yeniden üretim olarak tanımlamıştı. Kapitalizmin erken dönemlerinde ve/veya kriz dönemlerinde tetiklenen ilkel sermaye birikimi sürecinde devlet zora dayalı mülksüzleştirme fiilinin başat failine dönüşüyor. Bu dönemlerde kapitalizm otoriterleşiyor, ırkçılaşıyor, cinsiyetçileşiyor, son kertede faşistleşiyor. Kapitalizmin genişleme ve büyüme dönemlerinde hâkim olan genişletilmiş yeniden üretime dayalı birikimin başat faili ise sermaye sınıfı oluyor. Nasıl ki, iki farklı -ama kesinlikle birbirlerinden bağımsız olmayan- fay hattının doğurduğu gerilimlerin başat failleri bire bir aynı değilse ve birbirleri karşısında görece özerklerse, sınıfsal saldırıların başat muhatapları da birebir aynı olmuyor. Bu bağlamda, Gezi’nin esasen neoliberal devlet eliyle yürütülen ilkel birikime özgü zora dayalı mülksüzleştirme ve bir anlamda da ekstraktivizm saldırısına karşı gelişen bir isyan olmasıyla Türkiye’deki sınıf mücadeleleri tarihinde kendine özel bir yer açtığını düşünüyorum. 

Aslı: Emre ve Cem’in çizdiği çerçeveye katılıyorum. Artık birbirine eklemlenen bu çerçevenin kenarlarının çizdiği hattın içine, sathına ilerleyebilirim. Türkiye’nin sınıfsal tarihi açısından Gezi’ye bakmak demek bir yandan da, Gezi üzerinden Türkiye’de sınıfsal ilişkilerin nasıl farklılaştığının emarelerine de bakmak demek.  Birinci etmen yaş/nesil. Bu Gezi’nin “kültürel çalışmacı”, hareketinin görüngülerinin kolajına mesai ayıran yaklaşım tarafından, kimi zaman internet yerlilerinin “dijital devrimi” olarak tanımlandı. Kimi zaman bedensel fitlik ile klasik yaş almış aile sisteminin dışında olmayı da ifade eden “Sabah işe, akşam direnişe” şiarı ile  jüvenilistleştirildi. Halbuki işçi sınıfı içinde sınıfsal eşitsizlikleri kesen ve derinleştiren bir yaş/nesil etmenine, genç emeğe bakmaya aşina olanlar başka şeyler de gördü burada. Biz, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin iş cinayetleri raporlarını yan yana koyduğumuzda ortaya çıkan ‘ölümcül sınıf peyzajı’na odaklandığımız için, çalışma acısının yoğunlaştığı en kirli, riskli ve yoğunlaştırılmış emek bağlanan sektörlerde (maden, inşaat, perakende…) veya sektörlerin nispeten emek sömürüsünün daha yoğun olduğu bölümlerinde yoğunlaşan genç emeğini görmeye teşne idik. Kamudan arındırılan devletin sermayeye, işyerleri bazında fiilen düzenlemesini bıraktığı, sonrasında ortaya çıkan fiili çalışma ilişkilerini “hukuk kılıfına soktuğu” düzen anlamına gelen güvencesizleşme, yoğun ve uzun çalışma, kapitalizmin 1990’lardaki güçlenmesi ve krizinin sonucunda artmış, bu dönem sonrası “iş piyasasına girenler” sınıf ilişkilerine belirgin bir nesil eşitsizliği katmanı katmıştı. Kapitalizmin kriz çevirimleri o kadar daraldı ki, bununla beraber hissedilir, nispi nesil eşitsizliği ve adaletsizliği hissi de arttı. Bu his kendisini, Gezi’nin geliştiği geniş çeperli metropollerde başka, taşrada başka gösteriyor. Metropolün çeperinde genç (müstakbel) işçi olup da Gezi isyanına çekilenler, belki de taşradaki nesildaşlarının deneyimlerine, aynı parktaki yaşlı, kıdemli, işçilikten gelen “muhalif abla ve abilerinden” daha yakındılar. Gezi’de dile gelen “gençliğin muhafazakar gerontokrasiye karşı direnişi” görüngüsünü bu sınıfsal dönüşüm zemininde de incelemeli. Bu satıhda ikinci değineceğim ise sınıfsal ilişkilerin ördüğü sektörel dönüşüm. Birleşik Krallık son dönem kapitalizminin ‘rantiye kapitalizm’ başlığı altında inceleyen Brett Christophers, ‘Gezi bir beyaz yakalı isyanı mıydı, mavi yakalı isyanı mıydı?’ tarzında ikilemleri sınıf analizine ikame etmememizi sağlayacak araçlar sunuyor. Kısaca değinirsem Christophers, bugün “ikinci çitleme” ve üretim araçları yerine nedreti oluşturulan varlıkların sahipliği veya bunların üzerinde kontrol vesilesi ile biriken sermayenin, yapmak değil sahip olmak üzerinden ilerlediğini anlatıyor. Sahipliğin rantının sadır olduğu iş çeşitliliğini sıraladığımızda, Gezi’deki sınıf içi katmanlar ve çapraz işkollarının yan yanalığına epey yakınlaşmış oluyoruz: Finansal varlıklar, doğal kaynaklar, altyapı, platform ekonomileri, fikri mülkiyet hakları, uzun vadeli ihaleler/ayrıcalıklar ve toprak mülkiyetine “sahip  olan” şirketlerin yarattığı istihdam türleri, mavi yaka gözüken motorlu kurye ile beyaz yaka görünen banka veya çağrı merkezi çalışanını benzer patron türleri altında ortak emek kontrol rejimine tabi tutuyor. Gezi’nin sınıfsal analizinde adaletsizlik ve isyan duygusunu kamçılayanın -formüle edilip, mücadele hattına dönüştürülememişse de- ortak emek kontrol rejimlerine maruz kalmak olduğunu yadsımak mümkün gözükmüyor. 

Gezi süresince toplumun çok farklı kesimlerinin bir araya gelmeleri geniş muhalefet kesimlerine “başka bir dünya”nın mümkün olduğunu gösterdi. Sizce Gezi’nin yarattığı ve işaret ettiği alternatiflerde toplumun emekçi kesimleri ne kadar var olabildi? Ya da toplumun emekçi kesimlerinde Gezi nasıl bir etki uyandırdı?

Emre: İşçi sınıfını, hayatını sürdürebilmek için emeğini satmaktan başka çözümü olmayanların toplamı gibi geniş bir yerden tanımladığımızda büyük olasılıkla toplumun mutlak çoğunluğuna denk gelen bir kesimini işaret etmiş oluyoruz. Fakat bu geniş işçi tanımı, özünde doğru olsa da, birçok meselede birbiriyle çatışma içinde olan, sınıfın farklı katmanlarını ve fraksiyonlarını görmezden gelmemize yol açabilir. Gezi’de isyan ruhuyla harekete geçen kitlenin çoğunlukla farklı emekçi profillerinden oluştuğu varsayımı bana kalırsa yanlış olmaz. Ama bu emekçilerin kültür (kentli, seküler), üretim (zihin emekçisi, hizmet sektörü çalışanı) ve kimlik (alevi) düzlemlerinde belli katmanlarda yoğunlaştığını da yok sayamayız. Gezi “başka bir dünya” arzusunu yükselterek sınırlı düzeyde birleştirici bir rol oynadıysa da aslında Türkiye reel siyasetindeki mevcut kutuplaşmadan kaçamayan bir hareketti. Gezi’den sonraki 10 yılda bu kutuplaşmanın daha da derinleştiğini bu yılki seçimler sonrası “Neden işçi sınıfının ciddi bir kısmı hâlâ AKP’ye oy veriyor?” sorusu etrafında yapılan tartışma ve tahlillerde de görüyoruz. Dolayısıyla Gezi, bize dayatılan hayata bir başkaldırı olarak önemli bir tarihselliğe otursa da burjuva temsil siyasetinin sınıfı bölen kamplaşmasına derman olamayışıyla soldaki büyük bir eksikliği görünür kılıyor.

Cem: Gezi’de bir araya gelenlerin ortak paydası neoliberal devletin mülksüzleştirme saldırısından çeşitli düzeylerde etkilenmeleriydi. Öyle ki, artı-değer sömürüsü kavramı ne kadar din, dil, ırk, cinsiyet farkı tanımıyorsa, mülksüzleştirme kavramı o kadar ırklı ve cinsiyetli ve hatta türsel tahakküme dayanan bir sürece işaret ediyor. Fiziki ve sembolik şiddeti içeriyor. Bu anlamda şiddete uğrayan herkes vardı Gezi’de… 10 yıllık bir ekonomik büyüme sürecinin sona erdiği 2012 yılında rotasını iyiden iyiye ilkel birikime doğru kıran iktidar eşzamanlı olarak kültür savaşlarını da şiddetlendirmişti. Bir yandan kamu-özel işbirliğine dayalı altyapı projeleri, inşaat ve arazi rantı üzerinden ilkel birikimi hedeflerken, diğer yandan hem bu projelerin, hem taşeron ihalelerinin dağıtımında, hem de istihdam ve terfi süreçlerinde kayırmacı ve himayeci bir stratejiye geçti. Bu süreç, kimlikleri veya vasıfları değersizleştirilen kesimler nezdinde bir adaletsizlik duygusunun büyümesine yol açtı. Gezi aynı zamanda bu adaletsizlik duygusunun büyüttüğü bir isyandı. İşçi sınıfının bu isyandaki konumu ise homojen olmadı. İlkel birikimin ağır bastığı dönemde en fazla diskalifiye olanlar hizmet sektöründe sendikasız olarak istihdam olan eğitimli ücretliler ile diplomalı işsizlerdi. Gezi’ye yaygın olarak katıldılar. Kültür savaşlarının eşlik ettiği potansiyel işsizleri ve güvencesizleri oluşturan metropol üniversitelerinin öğrencileri de Gezi’de varlardı. Kuşkusuz formel sektörde istihdam edilen sanayi işçileri de büyümenin durmasından zarar görmüştü. Ama örgütlü oldukları sendikalar bir yandan bu zararı sınırlandırmıştı, diğer yandan da formel sektördeki sendikalı mavi yakalı işçiler arasında hakim olan Türk-Müslüman-Erkek kimliklerinin sağladığı maddi ve sembolik avantajlar Gezi’yle mesafeli durmaları sonucunu doğurdu. İşçi sınıfının ağırlıklı bölmesini oluşturan enformel işgücünün durumu ise çelişkiliydi. İktidar açısından makbul kimlik mensubu enformel işçi sınıfı; kayırmacılığa dayalı dağıtılan taşeron ihaleleri, klientelist istihdam, imar affı ve arazi rantı paylaşımı vb. üzerinden göreli “mülklüleşme”, orta sınıflaşma rotasında tutulabilmişti. İktidarın makbul görmediği emekçi kesimleri mülksüzleştirilmesi ise bu grubun kendini üstün ve avantajlı hissetmesini sağlıyordu. Gezi direnişi sürerken yurtdışından dönen Erdoğan’ı Atatürk Havaalanında karşılayıp, “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganını haykıranlar ağırlıklı olarak bu kesimdendi. Aleviler ve “evhanımlaştırma” saldırısından mağdur olan kadınlar hariç, enformel sektörde yer alıp Gezi’ye katılanların sayısı görece az oldu. Bu bağlamda, Kürt halkının Gezi’ye sınırlı ya da ihtiyatlı katılımına dair de birkaç söz söylenebilir. Bunda Gezi isyanı patlak verdiğinde Kürt toplumunun halen devam eden “çözüm süreci”ni elinin tersiyle bir kenara itmeyi istememesi belirleyici oldu. Ancak çok geçmeden bizzat iktidar bu süreci elinin tersiyle bir kenara itti ve 6-7 Ekim’de toplumsal bir isyana dönüşen Kobanê  Direnişi yaşandı. Bu nedenle, bileşenleri farklı olsa da, Gezi ile Kobanê’nin Türkiye’yi faşizme doğru götüren aynı fay hattının gerilimlerinin üzerinde patlak verdiğini düşünüyorum.

Aslı: Bu soruya kısmen yukarda sınıf içi nesile dayalı katmanlaşma ve rantiye kapitalizmin yarattığı emeğin terbiyesi sürecine ortak maruz kalan eski beyaz/mavi yaka ayrımından bahsettiğimde değindim. Gezi, bir üretim alanı değil yeniden üretim/dolaşım alanı krizi olarak, merkezi bir kentsel park üzerinden ve mahal olarak bizzat o parkta oluştu. Sınıfı ve emeği üretim alanında oluşan üretim ilişkileri içinde tanımlarsak, daha sonra Harvey’in çokça sorunsallaştırdığı “dolaşım alanı krizi” ile ilişkisini kurmak ve bu ilişkinin bizim kuramsal analizlerimiz dışında mücadele içerisinde ne kadar kurulup kurulmadığını sorgulamak da mümkün olur. Bourdieu’nün öğrencisi Loic Wacquant, Gezi İsyanı’nı Fransa banliyölerini ve merkezlerini yangın yerine çeviren göçmen alt sınıfların kentsel isyanlarıyla karşılaştırarak, Paris’in merkezindeki Luxembourg Parkı’nı hayat tarzı savunusu kapsamında savunan küçük burjuvaların eylem repertuarına yakın konumlandırdığında epey tepki almıştı. Avrupa-merkezci ve sosyal coğrafya özgünlüklerine hassas olmayan bu genellemeye katılmamakla beraber, Gezi’nin metropolün merkezinin bir parkı olarak, merkezi sınıf körü kültürün görünmez kıldığı üretim alanları içindeki çelişkileri sokaklara ve parka çıkarmak gibi bir önceliği olduğunu da söylemek mümkün değil. Keza en öncü faaliyetleri 15-16 Haziran’la güzergahlaşan kadim işçi sınıfının emek örgütleri olan sendikaların ise, yaşam alanları, kentkırım ve ekolojik kırım, barınma gibi dolaşım alanlarını politize etme, işçilerin ekonomik haklar mücadelesinin, bakım emeği, barınma, gıda, ulaşım, ruh ve beden sağlığı gibi işyerinden çıktığı andaki veçhelerini sorunsallaştırmak gibi bir derdi olmuş olduğunu da iddia etmek mümkün değil. Bu soruyu toplumun büyük kesimini oluşturan emekçiler değil de, emek hareketinin mevcut “temsiline” soyunanlar üzerinden cevaplamış olayım.

Gezi’yi bir tarihsel an olarak ne kutsanacak ne de ders çıkarılacak bir vaka gibi görmek, bunun yerine düzende yarattığı kesinti sayesinde açtığı ve hala açık duran çatlakları aramak en doğru tavır olur. Tabii ki direnişin izleri en görünür ve ilk akla gelecek yerlerde olmayabilir.

Gezi sonrasında Greif ve Kazova işgalleri, “Metal Fırtına”, Flormar grevi, 2021’de kurye işçilerinin direnişleri gibi işçi direnişlerine tanıklık ettik. Bu direnişlerde Gezi’nin etkilerini gözlemlemek mümkün mü? Ya da daha genel olarak sormak gerekirse, Gezi kendisinden sonraki toplumsal, sınıfsal mücadelelere ışık tutabildi mi ya da ilham olabildi mi?

Emre: 2015’te “Metal Fırtına” başladığında, direnişteki işçilerin bugünün kültürel dünyasından bir referansın yokluğu sebebiyle sınıf mücadelesinin kitlesel ve etkili olduğu bir zamanda, 1978 yılında yapılmış Kibar Feyzo filmindeki “Harranlılar” ifadesini kendilerini tanımlamak için kullanmaları dikkat çekmişti. Filmde sendikanın ne olduğundan haberi olmayan Feyzo “Sendikalı mısın?” sorusuna köyünün adını söyleyerek “Harranlıyım” diye cevap veriyor ve bu yüzden düşük bir yevmiye almak zorunda kalıyordu. “Metal Fırtına” işçileri ise patronların aparatı olan sarı sendika Türk Metal’i iş yerlerinde istemedikleri için “Sendikalı değil Harranlıyız” diyerek mevcut duruma isyan ediyordu. Gezi’nin dolaylı etkisini belki de en çok böyle ayrıntılarda, şimdide ortaya çıkan bir direnişe dair referansı daha geniş bir tarihin içinden bulup bugüne getirme hamlelerinde görüyoruz. Diğer yandan Kazova ve Greif süreçlerinde, Gezi’nin devamı olan forum ve dayanışmaların fabrika işgalleriyle kurduğu ilişkiler sayesinde daha bariz olan dolaysız etkinin ise yıllar içinde zayıfladığını düşünüyorum. Fakat bu zayıflamaya rağmen Gezi’ye dersler çıkarılacak bir yenilgi olarak bakmanın da doğru olmadığı kanısındayım. Jacques Rancière “Önceki deneyimlerden ders çıkarma düşüncesi daima, isteneni yapmanın bu sefer doğru biçiminin bulunacağını varsayar” diyerek bu önkabulü eleştiriyor, direniş ve isyan tarihine didaktik bir mantıkla bakmamamız gerektiğini hatırlatıyordu. Tam da bu perspektiften Gezi’yi bir tarihsel an olarak ne kutsanacak ne de ders çıkarılacak bir vaka gibi görmek, bunun yerine düzende yarattığı kesinti sayesinde açtığı ve hala açık duran çatlakları aramak en doğru tavır olur. Tabii ki direnişin izleri en görünür ve ilk akla gelecek yerlerde olmayabilir.

Cem: Gezi Türkiye bağlamında çığır açıcı bir hareketti ve kendine has bir eylem repertuarı üretti. Gezi’den sonra Gezi’de elde edilmiş birikiminin az ya da çok etkilemediği sınıfsal, toplumsal bir hareketten bahsedemeyiz. Bir şeyleri değiştirmek, bir şeylere karşı direnmek isteyenler, Gezi’de ilk örneklerini gördüğümüz yatay, kısa süreli, hiyerarşik olmayan bir araya gelme yöntem ve tekniklerini kullanmaya başladılar. Özellikle 2000’lerin neoliberal bireyselleşme sürecinde nar taneleri gibi dağılmış olan toplumsal failler, Gezi ve sonrasında birbirleriyle yeniden buluşabilmenin ve birlikte eylemenin kimi yeni araçlarını geliştirdiler. Bu bakımdan toplu iş sözleşmesi odaklı Metal Fırtına’dan ve Greif deneyiminden daha çok, kooperatifleşmeye ve özyönetim deneyimine evrilen Kazova işgalinde ya da kurye işçilerinin mülksüzleştirilmeye karşı direnişlerinde Gezi’nin izlerini gözlemleyebilmek mümkün diye düşünüyorum.

Aslı: İktidarın akışını dolaşım alanında kesintiye uğratan tarihsel bir an olarak Gezi’deki ilişkilenme tarzını, eylem repertuarını kendinden sonraki üretim alanlarındaki direnişlerle ilişkilendirebilir miyiz? Acaba bunlara, ekolojik mücadeleler hakkında kapsamlı çalışmaları olan Sinan Erensü’nün savunduğu gibi kırsaldaki emekçilerin yeniden üretim ve üretim alanı olan ekosistem direnişlerini de katmalı mıyız? 1980’de merkezi disiplinli, hiyerarşisi belli emek hareketinin belli başlı kurumları darbe ile darmadağın edildikten ve fraksiyonlaşma neredeyse sol genetik bir gereklilik gibi yaşanmaya başladıktan sonra, Gezi’nin bavulundan emek, ekoloji, kadın, çocuk, insan hakları gibi mücadeleleri birleştirici ilmekler çıktı mı? Somut bir amaç odaklı, “kampanya vari”, kısa vadeli, yatay, yoğun, yazılıdan çok mekansal ortak deneyimlerin sözlü kodlarına bağlı ilişkilenmelerin Gezi’de şahikasına vardığını ve kuramsal, ithal olmayan yerel bir formülasyon kazandığını da söyleyebiliriz. Bir de Gezi’nin de tevarüs ettiği, eski kavramıyla komiteler diyebileceğimiz yapısını işleten forumların, özellikle mahal bazlı örgütlenmelerde arttığını ve daha makbul bir statüye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bunların, Gezi’den sonra gelen büyük saldırı döneminde onlarca saldırıya karşı oluşan ad hoc (hak) savunu(sun)da (ekosisteme, hayvanlara, akademiye, çocuklara, kadınlara, LGBTİ+’lara karşı, iş cinayetleri, kentsel dönüşüm vs gibi alanlarda…) örgütlenme modeli olarak fiili olarak kullanıldığını ve kendi sınırları içinde başarılı olduğunu da yadsımaya imkan yok. Emek dünyasında ise, daha sürekli ve sermaye coğrafyasının dayattığı zincirlerde, yani işyerlerinde birbiriyle çoğunlukla ilişkiye giremeden ayrı ayrı oluşan mücadelelerde, Gezi’nin forum diye formüle ettiğinin, eski ismiyle komitelerin ne kadar örgütlenme modeli olarak kullanıldığına ise ayrıca bakmak gerekiyor. Gezi’nin somut olarak olmasa da kültürel bir değer olarak mahal bazlı komite/forum tipi örgütlenmeleri bir model olarak başlattığını değil ama eksiği ve fazlası ile beslediğini söylemek abartı olmaz. Gezi’den sonra, Gezi sürecini en iyi yansıttığını düşündüğüm ‘savunu’ kavramına geldiğimizde ise, emek alanında bu kavrama referansın neredeyse hiç olmadığını görüyoruz. 2021 kışında ekonomik kriz ile tetiklenen ve birbirini etkileyen işçi hareketlerine baktığımızda misal, gene aslen (var olan ücret seviyesi başta olmak üzere) savunu olarak ilerleyen süreçte ‘hak savunusu’ bir araya gelen yatayların “forum, komite” tipi örgütlenmesinde bir meşruiyet unsuru olarak kullanılmadı. Kapitalizmin farklı dolayımlarla kıyımlara yol açtığı mücadele ve örgütlenme alanlarındaki bu farkın, sınıf mücadelesinin bütününe dair ne ifade ettiğini sorgulamak bana çok önemli gözüküyor.

Şubat ayında gerçekleşen depremlerde yaşanan büyük bir yıkım ve kaybın ardından hızla deprem mağdurlarının, kentlerin sakinlerinin, tarihsel ve kültürel dokusunun, ve doğasının hiçe sayılarak “yeniden inşa” faaliyetleri yürütüldüğüne tanıklık ediyoruz. Bu yıkım ve yeniden inşaa sürecinde toplumsal muhalefetin yürütmeye çalıştığı dayanışma ve direniş çabalarına dair gözlemlerinizi ve değerlendirmelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Emre: Deprem sonrası süreçleri ancak uzaktan takip edebilmiş biri olarak ne kadar isabetli bir tespit yapabilirim bilmiyorum ama benim izlenimim devletin alana hızla ve yeniden hakim olduğu yönünde. Tabii ki hâlâ belirli alanlarda süren dayanışma ve direniş faaliyetlerine rastlıyoruz, fakat genel itibariyle solun alandan büyük oranda sürüldüğü ve yerini sağlamlaştıran devletin ülkenin geri kalanına depremi unutturduğu bir süreç içinde olduğumuzu düşünüyorum.

Cem: Yıkımla ve ölümle sonuçlanan her türden afet, sermaye ve iktidar  sahiplerince kolaylıkla bir avantaja, Allahın -ya da doğanın- lütfuna dönüştürülebilir. Bizde de yaşanan o oldu. Zira yıkım aynı zamanda inşa, inşa ise yeniden sermaye birikimi, daha doğrusu arazi rantı, inşaat ihaleleri üzerinden yeniden ilkel sermaye birikimi anlamına gelir. İktidarın bu rantı afet bölgesinde ayrımcı ve kayırmacı biçimde yürütülecek bir yeniden bölüşüm için kullanacağı anlaşılıyor. Bölgeden gelen seçim sonuçları bu durumu teyit ediyor. Sol ise yeniden bölüşüme ortak edilmeyeceği kesin olan madun kimlik gruplarından depremzedeler nezdinde etkili bir dayanışma faaliyeti örebilmişse de iktidarın kimlik temelli inşa ettiği toplumsal kutuplaşmayı kıramadığını kabul etmemiz gerekiyor. 

Aslı: Gezi’ye sınıfsal bakmaya çalışan bu kısa mülakatta bu sorunun gelmesi çok manalı. Deprem sonrası Antakya merkezde dayanışmaların konumlandığı yer de bir parktı, Sevgi Parkı. İlk gittiğimde, aklımdan “burası afetin Gezi’si” diye düşünmüştüm. Bunu bana düşündüren sadece iki parka da yayılmış birbiri ile kısmi bir dirsek teması olsa da ayrı ayrı konumlanmış, harıl harıl işleyen çadırlar ve yüksek dayanışma ruhu değildi. Sevgi Parkı, yakıcı, yoğun bir yas dolu bir ortamda, coşku ve umut dolu Gezi’nin güç ve zafiyetlerini tevarüs etmişti sanki. Gezi’deki Meydan ve Park (mahallelerden gelen, örgüt tecrübesi ve kimliği belirgin yapılanmaların Meydan’ı ve daha atomize, yatay dayanışmaların Park’ı) ayrımını burada da sezdim. Deprem bölgesi’nde devletin sosyal politikasızlık politikasının sistematik olarak boş bıraktığı tüm yaşamsal alanları doldurmaya çalışan, neredeyse öz-sömürü ile çalışanlar bir noktadan sonra Gezi’de sınırlarını gördüğümüz “sivil toplumun kamunun boşalttığı yere yerleşmesi ve savunması” durumunu sorgulamaya başlıyordu(k). Bu şartlarda Hatay’da yaşamı devam ettirebilmek için binbir türlü elzem işe, kıt kaynaklarla koşan dönemsel gönüllü ile sürekli örgütçü ayrımı bir süre sonra, bölgenin geleceğinde yapısal bir alternatif kuramadan, çabaların dağınık kalmasında buluşuyor. Devletin yalnızca şirket gibi ve güvenlikçi güçleri ile müdahale ettiği yıkım alanı Hatay’da koşulması gereken yapısal işler o kadar fazla ki: Doğal alanlara ve kentsel değerlere çöken yeniden inşa plan ve faaliyetleri, mülkiyete el koymalar, barınma, gıda, su, sağlık, çocuk, gençler ve kadınların durumu, tarım ve hayvancılıkta yıkım, vahşi yıkım faaliyetleri, nüfus mühendisliği... Ancak yapıcı kamu gücü ve kaynakları ile müdahale edilebilecek bu alanda kurucu adımları örgütlü bir şekilde koyabilmekten uzağız.  Alanlarda tuvalet, enkazın toksik tozunu kaldıran vahşi yıkım çalışmaları gibi gündelik hayatı ilgilendiren konularda bile bu parçaçıklı görünüm devam ediyor. Tüm bunlar bana Gezi’nin dağınık ve dağıtılmış örgütlenme mirası ile yüzleşme ihtiyacını tekrar hatırlatıyor. 

Son seçimlerde AKP’nin toplumun emekçi kesimlerinden aldığı yüksek oy oranını açıklamak üzere çeşitli tartışmalar yürütülmekte. Özellikle AKP karşıtı orta sınıflar arasında işçi sınıfının kendi aleyhine AKP’ye oy verdiğine dair analizler ön plana çıkıyor. Siz Türkiye’de emekçi sınıfların seçim süreçlerindeki tercihlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki 5 ila 10 yıl içinde işçi sınıfının siyasete ve değişime etkisinin nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 

Emre: Korkut Boratav ve Utku Balaban’ın dile getirdiği, son birkaç yılda ekonomide yaşanan kötüleşmenin orta gelir gruplarındaki etkisinin alt gelir gruplarına göre daha sert olduğu iddiasını gerçeğe yakın buluyorum. Bunun işçi sınıfı içindeki kültürel/kimliğe dayalı ayrışmayı daha da güçlendiren bir sonucu oldu. Son dönemdeki işçi söyleşilerinde de görüyoruz ki sınıfın ciddi bir kesiminin, özellikle taşrada sanayi, lojistik gibi alanlarda ve düşük gelir düzeyinde çalışan katmanlarının temsil siyasetiyle kurduğu ilişki ya pragmatik yönelimlerle ya da toplumsal ilişkilerinin yarattığı kültürel hegemonyanın çerçevesinde belirleniyor. İşçilerin “yüksek siyaset”ten beklentileri de kendi gündelik dertlerinin bunun bir parçası olmadığı yönünde, milli otomobil rüyasının, yerli savaş sanayinin ve mega projelerin konu edildiği bir düzlemde şekilleniyor. İşçinin karşısına onun yoldaşlaşabileceği bir eşiti olarak değil de bir vekil adayı olarak çıktığınızda geldiğiniz parti ne olursa olsun siz de bu yüksek meselelerden örülmüş duvara tosluyorsunuz. Ben bu açıdan sınıf mücadelesinin temsil siyaseti etrafında örgütlenebileceğini düşünmüyorum. Diğer yandan mevcut koşullarda sınıf mücadelesi de temsil düzlemine etki edebilecek, Selçuk Kozağaçlı’nın deyişiyle “legaliteyi istismar” edebilecek güçte değil. Sınıf mücadelesinin öncelikle Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış OSBlerde, havzalarda ilmek ilmek inşa edilmesi, örgütlenmesi gerekiyor. Bunu yapmadan sınıfın reel siyasete etkisi şimdilik uzak ve tali bir tartışma gibi görünüyor.

Cem: Son seçimlerin fevkalade eşitsiz ve adaletsiz koşullarda yapıldığını, sandıkların ve seçmen listelerinin denetlenemediğini düşünüyorum. Öyle olduğu için de sonuçlarının ne kadar gerçeği yansıttığı konusunda şüphelerim var. Tabii bu durum, Cumhur ittifakının ve Tayyip Erdoğan’ın oy kaybının iktisadi ve siyasi kriz koşulları ile depremin yarattığı yıkım düşünüldüğünde görece sınırlı kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Türk Sünni nüfusun çoğunluk olduğu kırsal kesimde ve taşrada iktidarın oy kaybı daha da az. Anadolu’daki sanayi kentleri de bu bakımdan istisna teşkil etmiyor. İlkel birikim rantının kültürel ve siyasal kimlik üzerinden kayırmacı biçimde yeniden bölüşümü bu duruma yol açıyor. Himaye edilen işçi kendisi veya aile fertleri için istihdam edilme önceliği olarak, imar affından yararlanma olarak, çocuğuna burs, ailesine ayni veya nakdi destek olarak ranttan payını alıyor… Öyle olunca rant kollamacılık işçi sınıfı saflarında baskın kültürel örüntüye dönüşüyor. Bunu 2007-2008 yıllarında Zonguldak’ta, Aliağa’da, İskenderun’da sanayi ve maden işçileri arasında yaptığım saha araştırmasında gözlemleme şansım olmuştu. Bir tarafta, 89 Bahar eylemlerinin parçası olmuş, sınıf sendikacılığıyla tanışmış, özelleştirmeye karşı aktif mücadele vermiş ve 2000’lerin ikinci yarısında emekliliği yaklaşmış kıdemli bir işçi kuşağı vardı. Diğer tarafta ise 2000’lerden sonra işçiliğe başlamış, kayırmacılığın hüküm sürdüğü koşullarda tanıdıkları üzerinden istihdam olmuş, bazıları özelleştirmenin bir “kazanımı” olarak taşeron işçilikten kadrolu işçiliğe geçmiş, ne var ki işçiliğe de sembolik düzeyde bir değer atfetmeyen ve ondan ilk fırsatta kurtulmak isteyen yeni bir işçi kuşağı söz konusuydu. Sahip olma biçimleri, var olma biçimleri ve yaşama dair tahayyülleri örtüşmeyen iki ayrı dünya vardı işçi sınıfı içinde… Nepotizmin gemi azıya aldığı 2010’larda, önceki kuşağın da emekliye ayrılmasıyla ikinci kesim, işçi sınıfı içinde hegemonik oldu. Bu kültürün sendikalarla araçsal ilişki kurma tavrını da içerdiğini unutmayalım. Ekonomik ve sosyal kazanımlar için sektöründeki mücadeleci sendikalara üye olup, seçimlerde milliyetçi ya da dinci partilere oy veren işçilerin sayısı da hiç az değil.

Aslı: Emre ve Cem, aynı resmi iki farklı taraftan betimlemiş. Emre’nin emek sömürüsünün somutluğuna ve yerelliğine dokunmayan temsili seçim siyasetinin etrafında örgütlenilemeyeceği analizi ile Cem’in fiili durumda temsili seçim siyasetinin örgütlediği kısa vadeli pragmatizm ve taraftarlıklar coğrafyası analizi kanımca birbirini tamamlıyor. Ben buna sadece mevcut seçim davranışını yönlendiren rızanın bileşenlerine dair birkaç olgu eklemek istiyorum. Dar alanda bunları birbiri ile ilişkilendirme mesaisine girmek mümkün değil tabi ki. Birincisi, ikinci çitleme dediğimiz turbolaştırılmış doğa yağmasından bu nesilde pek çok haneye kısa vadede bir şeyler damladı. Doğa yağması ile toplumsal rıza damlıyor diye sloganlaştırabiliriz bunu. Türkiye’de bazı hesaplamalara göre toplam 400.000 müteahhit var. Bu bir o kadar yerel çıkar çetesi ve seçim kümesi anlamına da geliyor. Köylerin mahallelere, kırsal alanların HES’lere, madenlere, yollara, megaprojelere dönüşmesinden kısa vadede gelir ve görünürlük kazanan ciddi bir kesim var. Geri dönüşsüz olarak doğayı kaynağa çevirmek pastayı büyüttü diyebiliriz. Buna hane halkı borçlanmasının patlaması ile kamçılanan sınıf yarasına pansuman görevi gören tüketimde eşitlenme fantazmagoryaları da katılıyor. Tüm sınıfların paylaştığı modernitenin sembolleri, hızla atığa dönüşen metalar kötü kalitelisinden iyisine dek pek çok hanede artık. Aynı zamanda işyerlerinde tahkim edilen despotik, eril emek rejimini, siyasi rejimin bir makrokozmosu, bir terbiye fideliği olarak görüyorum. Bu şekilde çalışınca, bu şekilde “temsil edilmek” de seçim davranışında normalize oluyor. Aynı zamanda bu ülkede kadınların ve gençlerin aile ölçeğinde kurulan baskıdan ve üzerlerindeki eril baskıdan dolayı ne kadar “özerk” oy kullanılabileceği de nadiren hesaba katılıyor. Bunu da yukardan aşağıya değil, ancak yaşam mahallerinden yukarıya doğru düşünerek algılamak mümkün kanımca. Kendi sınıfsal düşme korkusunu, “Soma’da, Hatay’da Cumhur ittifakına oy veren nezih halkımız” söylemleri ile kovuşturmaya çalışan küçük burjuva “seçim analizleri” tam da kendi konumu ile beraber bunları okumaktan uzak düşüyor. 

Bir yandan neoliberal kapitalizmin krizlerini yaşarken diğer yandan da dünya genelinde sağın yükselişine şahitlik ediyoruz. Bu küresel gelişmeler de göz önünde tutulursa, uluslararası sınıf mücadelelerinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Emre: Umutluyum, fakat bu orta vadeye dair bir umut. Kısa vade için ise daha çok karamsarım denebilir. 1970’lerde başlayan neoliberalleşme sürecinin ve 1990’da SSCB’nin dağılmasıyla kendini dayatan küresel kapitalist uzlaşının yavaş yavaş sınıf gerçeğiyle yeniden yüzleşmek zorunda olduğu bir dönemden geçiyoruz. Üzerindeki ölü toprağını atmaktan şimdilik uzak, henüz küçük küçük kımıldanan bir gerçekliği var devrimci proletarya mücadelesinin. Fakat son 50 senedir farklı alanlara dağılan itiraz siyasetlerini, dünyanın birçok köşesinde patlak veren, sebepleri birbirinden çok farklı direniş ve isyanları içinde yaşadığımız kapitalist düzeni yıkmaya dönük bir arzunun cisimleştiği Tarihsel Parti’nin ortaya çıkışları olarak görüyorum. Başka bir dünyanın arzusu 20 yıl öncesine kıyasla çok daha görünür ama henüz akacağı yatağı bulabilmiş değil. Tabii ki onun karşısında da kapitalizmin kendisini yeni bir faşizm dalgasıyla tahkim etme eğilimi duruyor. Ama her durumda, görünürde düzeniçi sınırlarda kalan hak ve tanınma temelli mücadelelerin de, şimdilik çoğunlukla ekonomik ve hukuki talepler etrafında, birbirinden uzak çoban ateşleri gibi şekillenen işçi direnişlerinin de işçi sınıfının yeniden bir devrimci odak olarak kendisini ortaya koymasının yolunu döşediğini düşünüyorum. Bu yolda daha çok örgütlenmeye, daha etkin biçimde güç biriktirmeye ve yeni bir proletarya devrimcisi hattı inşa etmeye ihtiyacımız var. Kolay değil ama olacak.

Cem: İşçi sınıfının örgütlü ve örgütsüz kesimlerinin kimlikçi rant kollama zihniyetinin tasfiye edilmesi meselesi, sınıf mücadelelerinin geleceğinin nasıl şekilleneceğini tayin edecek. Neoliberal kapitalizmin krizi derinleştikçe yani paylaşacak pastanın büyümediği koşullarda etkisini artıran bu zihniyetin etkisinin kırılması, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da emekten yana bir dönüşüm yaşanması için şart. Neoliberal küreselleşmeden önce işçi sınıfı ekonomik mücadele verirken kimliksel ayrımlarını daha kolay hatta bazen de kendiliğinden aşabiliyordu. Çünkü üretim birimlerinin görece bütünleşik olduğu, yeniden bölüşümün ücret mücadelesine dayandığı bir kapitalizm söz konusuydu. Ancak neoliberal küreselleşme, üretim sürecini mekansal ve zamansal olarak parçaladı ve kapitalistleşmemiş coğrafyaları ve toplumsal grupları da fethedebilmek üzere ilkel birikim dinamiklerini harekete geçirdi. Bu ise bir yandan işgücünün kimliksel temelde gettolaşmasını, diğer yandan da adına fetihler düzenlenen “mütehakkim” kimlik mensuplarını ilkel birikimin rantını kollar hale getirdi. Kollanacak bir rantın olmadığı yerlerde ise diğerlerinin mülksüzleştirilmesinin yaratacağı avantajın peşine düşen üstünlükçü davranış örüntüsünü doğurdu. Böylesi bir yapı içinde meslekler, iş kolları ve hatta işyerleri ırksallaştı, cinsiyetlileşti. Bu nedenlerle sınıf meselesi ile kimlik meselesini birbiriyle ilişkisiz, hatta karşıt meseleler olarak ele almaktan vazgeçmeli ve birini diğeri karşısında ikincilleştirmeksizin, ekonomik sömürü ile etnik ve cinsiyet temelli sembolik tahakkümün bütünselliğini kavrayan bir hat üzerine kafa yormalıyız diye düşünüyorum. Zira sermaye sınıfı ve ulus-devletler iktidarlarının bekasını bu iki meseleyi ve düzlemi birbirinden ayırmamakta gösterdikleri maharete borçlular. 

Aslı: Sınıf mücadelesinin geleceği ile ilgili ana kırılma hatları ve tarihselliğini mahirce derleyen bu iki katkıya tek bir şey eklemek isterim. Cem’in “pastanın büyümediği” diye diye analiz ettiği döneme, coğrafi ve ekolojik bakışı katmak istiyorum. O zaman esasında sermaye birikiminin bir yandan toprak ve okyanusların bin kat dibi ile uzaya erdiği bir genişleme döneminde yağma ile “pastayı” çok genişlettiğini, nüfuz etmediği canlı ve ekosistem bedeni parçası bırakmadığını görebileceğiz. Bu yüzden emek mücadelesini sırf insanın işçi, yani makbul üretken bedeni üzerinden değil, içerisinde bulunduğumuz ekosistemin bedeninin yıkımına bir işaret fişeği tutan bütüncül bedeni üzerinden götüren hareketlerin artmasını sınıf mücadelesi için kilit görüyorum. Biz bu yüzden işçinin bedeninin ekolojik yıkımı anlamına gelen iş cinayetleri alanının ve işçi-halk-çevre sağlığı zincirini kurmanın sınıf mücadelesini yaşamsal kılmak için elzem olduğunu düşünüyoruz. Ekoloji mücadelelerinin kızıllaşması, emek mücadelesinin ise ekolojikleşmesi ile ilgili her işarete o yüzden çok kıymet veriyorum.

Beyond Rebellion: Gezi as a World-Making Movement

[This article is part of the Roundtable Discussion: “Remembering Gezi—Beyond Nostalgia Ten Years On" produced by Jadaliyya’s Turkey Page Editors. Read the roundtable introduction by guest editors Birgan Gökmenoğlu and Derya Özkaya and see the other articles of this roundtable here. Bu metnin Türkçe çevirisini burada bulabilirsiniz.]

A comprehensive assessment of the afterlives of the Gezi Park uprising is like fighting three battles at once.[1] The first of these battles has to do with “remembering what happened” at the park and other spaces to which its “spirit” spread. Given the complexity of concerns, resentments, and expectations that brought thousands of individuals to streets, squares, parks, neighborhoods, and others all over the country, not to mention the rich palette of activism that emerged from these spaces, it is a true challenge to piece together the many different versions of Gezi’s memory as they oscillate between despair and hope, success and failure, and other widely polarized recollections. The second battle concerns intellectual and scholarly efforts to tackle Gezi as a social phenomenon. While one may argue that attempts for “explaining what happened” in Gezi Park and beyond may have reached a saturation point by now, there is hardly any agreement on whether what we witnessed was a rupture or continuity in Turkish politics, or whether it should be analyzed as a unique event or an unfinished process, or whether it unleashed something new and unexpected or was the culmination of slowly brewing conditions. The third and final battle, “cultivating politics from what happened” poses yet another challenge for utilizing Gezi’s reservoir of political experience to pursue radical social change. This became all the more difficult under an increasingly authoritarian political regime which has ruthlessly criminalized and persecuted even the slightest connection to the uprising. In such an environment “defending Gezi’s legacy” remained as the only realistic political option, whereas the anticipation for a radical reorganization of the society – the sound of which once rang out powerfully in Gezi park and beyond – feels like a drifting dream.

In order to tackle this daunting task of offering a sober assessment of the tenth (or any) anniversary of one of the largest acts of civil disobedience in modern Turkish history, I believe a different approach can be adopted – one that sees the Gezi uprising not as a mere revolt of the masses against the increasingly authoritarian rule but as a political expression of deeper transformation to reconstitute the social that has been disintegrating under the assault of neoliberalism. Put differently, I believe Gezi can be interpreted as an attempt to build a new and more democratic political community in the face of what Wendy Brown calls “dismantling the social” and “dethroning the political” by neoliberalism. In that respect, Gezi was hardly different from her global sisters – the pro-democracy and anti-austerity movements of the early 2010s whose politics went beyond a mere “system update.” These movements did not conceptualize or experiment with new democratic norms and practices simply to innovate in democratic participation and deliberation, or repair existing political institutions, or bring social injustices to a bearable level. Rather, by turning community into a rebellion and a radical vision for the future, they became “life in rehearsal” through prefiguring and gradually building a different collective existence.

Gezi can be interpreted as an attempt to build a new and more democratic political community in the face of what Wendy Brown calls “dismantling the social” and “dethroning the political” by neoliberalism.

In my forthcoming book Gezi: Making of a New Political Community in Turkey I demonstrate that the unique political mobilization during what I call the “Gezi Episode” – the period stretching from street clashes to the occupation of Gezi Park, from park forums to neighborhood solidarities, squat house experiences and cooperatives – was shepherded by such vision. Through constant, globally-connected activism that centered direct, inclusive, horizontal, and deliberative radical practices in different spaces of Istanbul, Gezi activists were in fact building a new political community on the basis of a new “we.” I trace this world-making character of the Gezi Episode through the unfolding of three distinct yet connected dynamics. The first of these dynamics can be summarized as follows:

It is well known that nowhere did the social movements of the early twenty-first century take place in isolation but belonged to a global wave of social unrest in response to the extremities of neoliberalism. As such they shared what I call a mobilizational dynamic that conditioned activists’ political identity as well as the democratic practices and prefigurative politics they carried out. Regardless of the national context or particular trigger that instigated these protests, globally-linked activists and organizers (“rooted cosmopolitans,” as Sydney Tarrow calls them) were continuously engaging in various forms of contentious politics such as fighting the police in streets, occupying squares, forming assemblies in parks, and squatting in abandoned buildings, all the while inspiring and being inspired by other struggles around the world. For instance, during the early period of the Gezi Episode activists in Caferağa and Yeldeğirmeni squat houses hosted groups from other squats in Europe, strengthening their relationship that pre-dated the Gezi Episode. Even more importantly, every tweet or Facebook message that urged individuals to join each other on the street (or square, park, or squat house) fueled an unceasing mobilization, turning activism in these spaces into an act of everyday life and thus giving it a new meaning. Constant action paved the way for the “normalization of politics” in the street (and later other spaces), reinforced a unique collective identity and solidarity that emerged from these interactions, and eventually steered people into a political community of “insurgent/militant citizens.”

Being constantly primed for mobilization with the help of social media bridged otherwise fragmented, isolated, individualized resentments, potentials and actions in tandem with other global movements. As a result, activists became progressively well-informed based on the political experiences and interactions since the very first days of the Gezi Episode. Even at the height of street clashes against the police, they were becoming more conscious and “enlightened” about the ways the AKP was relentlessly and brutally destroying the city in service of neoliberalism. Later, park forums and neighborhood solidarities across the country became spaces where knowledge about many different issues (mostly local but also broader) were produced, discussed and collectively acted upon by the very occupants, participants and residents. All this instigated a political awakening when Gezi activists began to realize that they could be in command of their own political destiny. They were no longer “calendar activists” who would attend a protest or an event organized on certain, symbolic days, such as May Day or Pride Walk. Being out in the streets, then utilizing parks and other spaces for political activism to transform the conditions of their lives was a source of self-confidence, self-realization and harmony with others in collectively building something new.

What reveals Gezi’s and her global sisters’ world-making character is the very transformative experiences – animated partly by this mobilizational dynamic – through which activists perceived their activism and the very movement in which they were taking part. By normalizing locally-, nationally- and globally-connected activism as a way of life Gezi conferred on activists a nomadic and fluid subjectivity. Activists who could simultaneously take part in more than one group and network were able to maintain multiple political subjectivities. In this way, they were able to carry out politics and establish relations of solidarity with others at different levels. Individuals and groups who became politicized together and experienced an alternative politicization in a variety of spaces ranging from streets to squares, parks, and squats turned this into a common way of life, a novel way of existing.

**

The second dynamic that reveals the world-making character of the movements of the early twenty-first century can be observed in their spatial characteristics. It is well known that one of the defining characteristics of new and new-er social movements is that they have often taken place in urban spaces (with unique possibilities or restrictions, and often improvised) where everyday life is experienced. This is why the radical political experience that emerged from these movements has been deeply conditioned, if not triggered, by the effects of neoliberal urbanization on the city. In this process, different urban sites are exposed to different aspects of the same neoliberal attack in the form of gentrification, commodification of the commons, deepening exclusion and inequality, and the like, all of which prompted various social groups in the city to mobilize simultaneously, even if not always in coordination. Although the objections raised from these places seem to be different in focus (maybe an increase in bus fare, the murder of a person of color by the police, or the demolition of a public park) or style, they actually became different fronts in the same struggle.

During the Gezi Episode, too, activism took place in different hyper-politicized sites in Istanbul and across the country which conditioned, through their unique physical infrastructure and historical/cultural baggage, the diversity and complexity of the participants as well as their strategies and horizons. Balconies, movie theaters, subway stations, and of course, squares, parks, and many other spaces in and beyond Istanbul became a site of dissent. It was in these spaces that the Gezi Episode became a multi-faceted political mobilization in forums, neighborhood solidarities, and squat houses, bringing under its fold many groups such as urban outcasts, environmentalists, white-collar precariat, and all other concerned residents. It was in these spaces that the different wounds inflicted by neoliberal urbanization brought people closer, while the fragmented structure of the city simultaneously united and divided their political activism and democratic imagination, giving the Gezi Episode a fluid spatiality. Constantly mobilizing activists with loose and nomadic political subjectivities could easily flow from one urban space to another under the inspiration of similar movements around the world. Meanwhile, they would be both shaping the politics of the particular space they inhabited and adjusting their own identities and subjectivities with the political potential that very space offered.

In this increasingly flexible politicization process, an activist could be a part of different forms of action and mechanisms that took place in more than one place at the same time and in different capacities. On the other hand, this increased fluidity of the activist improved the political capacity of the urban spaces in which she mobilized, for these spaces now had to accommodate diverse identities and subjectivities ready and willing to collectively mobilize with other individuals and groups in different roles. For example, the same political subject could engage in politics as a protester on the street, a watchman at the barricade, a tweeter on social media, a volunteer in the occupied park, a treasurer in the forum, a cook in the squat, or a representative of her neighborhood at a meeting of a newly formed political organization. In other words, as Gezi activists moved from one space to another, from one form of activism to another, they did not necessarily do this in a chronological order or within a hierarchical structure, but emerged (and then dissolved) in unique “space-activism-subjectivity/identity” matrices at any given moment.

In short, political activism during the Gezi Episode, ranging from street clashes in Taksim and Beşiktaş to the commune life experienced during the two-week occupation of Gezi Park, from forums and solidarities in neighborhoods to squat houses and even to the buildings where more formal meetings took place, shaped activists’ capacity to produce alternative political imaginations and forms of social solidarity that could emerge from these imaginations. Perhaps more importantly, the Gezi movement’s spatiality conditioned the emergence of a new political community, nurtured by these struggles and paving the way for a completely different world in their particular microcosm.

**

The third dynamic in contemporary social movements that informs the latter’s world-making character is probably the most obvious: the radical democratic vision materialized in the everyday actions of the activists. What I mean by radical democratic practices, or by activism shaped by radical democratic vision, are the efforts to fundamentally transform the conventional understanding of politics in society, and establish in its place a new modality of politics that goes beyond rights-based and representative mechanisms of liberal/bourgeois democracy. It is with this motivation that activists could formulate and implement a set of inclusive, direct, participatory, non-hierarchical and consensus-based practices as a guiding principle for an alternative way of collective existence: a new political community that defies the oppressive and exclusionary mechanisms of neoliberal urbanization and dares to claim sovereignty over its own future.

During the early 2000s, for instance, worker councils and cooperatives in countries like Argentina and Venezuela, or practices like participatory budgeting in Brazil, began to appear as concrete achievements of global urban uprisings. Daily, even instantaneous forms of action were also enriching the repertoires of radical democratic action in different corners of the city. The wide range of horizontal, direct, and local experimentations in square occupations, park forums, and squat houses were in fact heralding a metamorphosis of the political sphere beyond conventional interpretations of democracy. The “assembly” emerged as a uniting element within these diverse radical practices. Assemblies were not merely physical spaces – let alone formal institutions – where decisions about a better and inhabitable world were taken and enacted. Despite their inherent contradictions and mixed record in terms of achieving what they aspired, assemblies were also an expression through prefigurative actions (communication protocols, division of labor to meet the needs of the collective, criteria for participation and representation, and the like) of the collective will to build a better world.

Elements of a similar political horizon could be found in the radical democratic experience that emerged from assembly politics in parks, neighborhoods, and squat houses during the Gezi Episode. Radical activism entered a new stage following the forced evacuation of the Gezi park occupation and the relocation of the activists, first in big public parks such as Abbasağa and Yoğurtçu, then in smaller neighborhood parks all over Istanbul and other parts of the country. The movement was no longer defined primarily by a handful of brave street fighters and occupiers but expanded to broader sectors of the society, and as such became more democratized. During this period, park forums replicated and fine-tuned Gezi’s political practices, including long assembly meetings in which special communication protocols and moderation methods were utilized to ensure the broadest participation, even when this was not always possible in practice. Still, assemblies became sites where participants could not only discuss heated topics, pour their hearts out, and hear others in a safe space, but also collectively work out solutions, make decisions, and actually carry out political action. In addition to hosting experts, artists, intellectuals, and politicians to discuss various issues and “big politics” in Turkey, these park forums produced thematic sub-groups and workshops on topics ranging from women, gender, refuges, the environment, and so forth. In smaller parks, the pendulum of politics swung strongly towards the local, and as such began to be determined by the needs, problems, and potentials of the neighborhood these parks were situated in. The conversion of a public elementary school to a religious school (imam-hatip), the rehabilitation of a brook, or the possible opening of a grove to construction would mobilize residents to join each other to discuss and act upon these issues. No matter how narrowly or broadly these actions were formulated and enacted, they were all expressions of solidarity and a will to collectively tackle shared problems.

Maybe most important of all, the underlying intent of the activism during the Gezi Episode – spanning from the creation of barter-tables, free kitchens, community gardens, libraries, and infirmaries during the occupation of Gezi Park to all forms of political mobilization in park forums, neighborhood solidarities, squat houses, and cooperatives – was to protect the city’s common resources, spaces, meanings, and symbols from neoliberalism and to share them with broader segments of the society. While internal contradictions and numerous other issues circumscribed and crippled its world-making potential, radical politics during the Gezi Episode still attempted to move beyond a social model which placed private property and a narrowly defined national identity at its core, and to rebuild the city, with its inhabitants and common resources, under a new social contract.

It is important not to reduce this vision of the contemporary social movements simply to collective and fair use of economic resources available to the residents of the city. Rather, it should be interpreted as a political project aimed at creating a new social fabric to meet individuals’ most fundamental needs such as employment, sustenance, housing, healthcare, education and others, all of which have been plundered by neoliberal capitalism. At the core of this activism lies a radical democratic vision to rebuild the economic (through pooling resources to meet the fundamental needs of all), the political (through radically democratizing decision-making and participation mechanisms), and the social (through broadening the definition of community to the largest extent possible) pillars of an alternative world and a “common” way of living.

**

When looking back from the tenth-year mark to remember what happened at Gezi Park, understand how it happened, and unleash its political potential, the three interrelated dynamics seen in Gezi and her global sisters paint a different picture than the one that often constrains our political imagination within such binaries as failure/success, defeat/victory, loss/win, or others. This new breed of social movements neither simply offered discursive openings to rethink the worsening levels of inequality, exclusion, and other forms of injustice, nor did they offer quick fixes to get “back to normal.” Rather, they emboldened masses to dream about the possibility of a different world. Looking at how these three dynamics have played out over time enables us to remember and understand Gezi not through the prism of unproductive conversations, inter-organization conflicts, personal animosities, failure to institutionalize, lack of leadership, or relying too much on technology, but instead can help us see the possibilities and limitations of Gezi for building an alternative political community defined by a fundamentally different set of criteria, expressed with a new lexicon. Without naively dismissing its limits and contradictions as well as the significant challenges that prevent its full realization, recognizing the world-making character of radical democratic practices ranging from street clashes to park forums, assembly meetings, occupations, cooperatives, and mutual aid networks can expand our political horizon beyond merely resisting market relations or oppressive state apparatuses, and encourage us to reject a narrow political vision in favor of one which is still in the making.

NOTES

[1] I am indebted to Derya Özkaya for numerous conversations on this topic and for kindly allowing me to mention it in this piece.