[Bu yazı, Jadaliyya Türkiye Sayfası Editörleri tarafından hazırlanan “Gezi'yi Hatırlamak: On Yıl Sonra Nostaljinin Ötesinde” başlıklı tartışma serisinin bir parçasıdır. Konuk editörler Birgan Gökmenoğlu ve Derya Özkaya tarafından hazırlanan serinin giriş yazısına ve diğer makalelerine buradan ulaşabilirsiniz.]
Üçünüz de yıllardır Türkiye’de sınıf mücadeleleri ve bu mücadelelerin toplumsal, siyasal, ve kültürel alana tezahürleri üzerine çalışmalar yapan oldukça üretken isimlersiniz. Öncelikle Gezi’yi Türkiye’deki sınıf mücadeleleri tarihinde nasıl konumlandırdığınızı kısaca açıklayabilir misiniz?
Emre: Gezi’ye bir sınıf isyanı demek zor. Ne kitlenin üzerinde ayağa kalktığı zemin onun sınıfsal karakteri ve bundan doğan bilinciydi, ne de açığa çıkan isyanın okları doğrudan emek sermaye çelişkisine dönüktü. Ama bu Gezi’nin sınıfsal bir çerçevede ele alınmasına engel değil. Her isyan, her itiraz hareketi, mevcut düzenin karşısına dikilen her toplumsal direniş içinde yaşadığımız dünyayı aşmanın, onu temelden değiştirmenin kaçınılmaz yolu olan sınıf savaşıyla bir düzeyde ilişkili. Gezi ise her ne kadar mevcut Türkiye burjuva siyasetinin işçi sınıfını bölen seküler - muhafazakar karşıtlığından kaçmaya çalışsa da, sonuç olarak o ayrıma sıkışıp kalan bir isyan oldu. Kendisine fazlaca iyimser bir tavırla atfedilen, bu iki kamp arasında, Nurdan Gürbilek’in benzetmesiyle Fatih ve Harbiye arasında bir köprü olma konumuna da aslında ulaşamadı. İsyana dahil olan kitlenin çoğunlukla işçi sınıfının farklı katmanlarından oluşması onu sınıf mücadelesinin dolaysız bir parçası kılmıyor. Ama buna rağmen Gezi İsyanı, Marx’ın Tarihsel Parti diye ifade ettiği, mevcut düzene dair rahatsızlığını açıktan ifade eden, onu değiştirme arzusunu içinde taşıyan ve bu çabayı partikte de gösteren tarihsel öznenin vücuda geldiği anlardan biriydi. O açıdan uzun erimli bir sınıf savaşının da doğal olarak parçasıydı.
Cem: Bu soruyu yanıtlayabilmek için sınıf mücadelesinden ne anladığımı kısaca belirtmem gerekiyor. Sınıf mücadelesi, tarihsel olarak birbirinden farklı -ama büsbütün de bağımsız olmayan, yer yer birbirini tetikleyen ama her zaman da tetiklemeyen- kapitalizmin iki temel fay hattının yarattığı gerilimler üzerinden vücut buluyor. Bu fay hatlarından ilki mülksüzleştirme dinamiği üzerinden oluşurken ikincisi ise artı değer sömürüsünün yarattığı gerilimler üzerinden oluşuyor. Marx bunları sırasıyla ilkel birikim ile genişletilmiş yeniden üretim olarak tanımlamıştı. Kapitalizmin erken dönemlerinde ve/veya kriz dönemlerinde tetiklenen ilkel sermaye birikimi sürecinde devlet zora dayalı mülksüzleştirme fiilinin başat failine dönüşüyor. Bu dönemlerde kapitalizm otoriterleşiyor, ırkçılaşıyor, cinsiyetçileşiyor, son kertede faşistleşiyor. Kapitalizmin genişleme ve büyüme dönemlerinde hâkim olan genişletilmiş yeniden üretime dayalı birikimin başat faili ise sermaye sınıfı oluyor. Nasıl ki, iki farklı -ama kesinlikle birbirlerinden bağımsız olmayan- fay hattının doğurduğu gerilimlerin başat failleri bire bir aynı değilse ve birbirleri karşısında görece özerklerse, sınıfsal saldırıların başat muhatapları da birebir aynı olmuyor. Bu bağlamda, Gezi’nin esasen neoliberal devlet eliyle yürütülen ilkel birikime özgü zora dayalı mülksüzleştirme ve bir anlamda da ekstraktivizm saldırısına karşı gelişen bir isyan olmasıyla Türkiye’deki sınıf mücadeleleri tarihinde kendine özel bir yer açtığını düşünüyorum.
Aslı: Emre ve Cem’in çizdiği çerçeveye katılıyorum. Artık birbirine eklemlenen bu çerçevenin kenarlarının çizdiği hattın içine, sathına ilerleyebilirim. Türkiye’nin sınıfsal tarihi açısından Gezi’ye bakmak demek bir yandan da, Gezi üzerinden Türkiye’de sınıfsal ilişkilerin nasıl farklılaştığının emarelerine de bakmak demek. Birinci etmen yaş/nesil. Bu Gezi’nin “kültürel çalışmacı”, hareketinin görüngülerinin kolajına mesai ayıran yaklaşım tarafından, kimi zaman internet yerlilerinin “dijital devrimi” olarak tanımlandı. Kimi zaman bedensel fitlik ile klasik yaş almış aile sisteminin dışında olmayı da ifade eden “Sabah işe, akşam direnişe” şiarı ile jüvenilistleştirildi. Halbuki işçi sınıfı içinde sınıfsal eşitsizlikleri kesen ve derinleştiren bir yaş/nesil etmenine, genç emeğe bakmaya aşina olanlar başka şeyler de gördü burada. Biz, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin iş cinayetleri raporlarını yan yana koyduğumuzda ortaya çıkan ‘ölümcül sınıf peyzajı’na odaklandığımız için, çalışma acısının yoğunlaştığı en kirli, riskli ve yoğunlaştırılmış emek bağlanan sektörlerde (maden, inşaat, perakende…) veya sektörlerin nispeten emek sömürüsünün daha yoğun olduğu bölümlerinde yoğunlaşan genç emeğini görmeye teşne idik. Kamudan arındırılan devletin sermayeye, işyerleri bazında fiilen düzenlemesini bıraktığı, sonrasında ortaya çıkan fiili çalışma ilişkilerini “hukuk kılıfına soktuğu” düzen anlamına gelen güvencesizleşme, yoğun ve uzun çalışma, kapitalizmin 1990’lardaki güçlenmesi ve krizinin sonucunda artmış, bu dönem sonrası “iş piyasasına girenler” sınıf ilişkilerine belirgin bir nesil eşitsizliği katmanı katmıştı. Kapitalizmin kriz çevirimleri o kadar daraldı ki, bununla beraber hissedilir, nispi nesil eşitsizliği ve adaletsizliği hissi de arttı. Bu his kendisini, Gezi’nin geliştiği geniş çeperli metropollerde başka, taşrada başka gösteriyor. Metropolün çeperinde genç (müstakbel) işçi olup da Gezi isyanına çekilenler, belki de taşradaki nesildaşlarının deneyimlerine, aynı parktaki yaşlı, kıdemli, işçilikten gelen “muhalif abla ve abilerinden” daha yakındılar. Gezi’de dile gelen “gençliğin muhafazakar gerontokrasiye karşı direnişi” görüngüsünü bu sınıfsal dönüşüm zemininde de incelemeli. Bu satıhda ikinci değineceğim ise sınıfsal ilişkilerin ördüğü sektörel dönüşüm. Birleşik Krallık son dönem kapitalizminin ‘rantiye kapitalizm’ başlığı altında inceleyen Brett Christophers, ‘Gezi bir beyaz yakalı isyanı mıydı, mavi yakalı isyanı mıydı?’ tarzında ikilemleri sınıf analizine ikame etmememizi sağlayacak araçlar sunuyor. Kısaca değinirsem Christophers, bugün “ikinci çitleme” ve üretim araçları yerine nedreti oluşturulan varlıkların sahipliği veya bunların üzerinde kontrol vesilesi ile biriken sermayenin, yapmak değil sahip olmak üzerinden ilerlediğini anlatıyor. Sahipliğin rantının sadır olduğu iş çeşitliliğini sıraladığımızda, Gezi’deki sınıf içi katmanlar ve çapraz işkollarının yan yanalığına epey yakınlaşmış oluyoruz: Finansal varlıklar, doğal kaynaklar, altyapı, platform ekonomileri, fikri mülkiyet hakları, uzun vadeli ihaleler/ayrıcalıklar ve toprak mülkiyetine “sahip olan” şirketlerin yarattığı istihdam türleri, mavi yaka gözüken motorlu kurye ile beyaz yaka görünen banka veya çağrı merkezi çalışanını benzer patron türleri altında ortak emek kontrol rejimine tabi tutuyor. Gezi’nin sınıfsal analizinde adaletsizlik ve isyan duygusunu kamçılayanın -formüle edilip, mücadele hattına dönüştürülememişse de- ortak emek kontrol rejimlerine maruz kalmak olduğunu yadsımak mümkün gözükmüyor.
Gezi süresince toplumun çok farklı kesimlerinin bir araya gelmeleri geniş muhalefet kesimlerine “başka bir dünya”nın mümkün olduğunu gösterdi. Sizce Gezi’nin yarattığı ve işaret ettiği alternatiflerde toplumun emekçi kesimleri ne kadar var olabildi? Ya da toplumun emekçi kesimlerinde Gezi nasıl bir etki uyandırdı?
Emre: İşçi sınıfını, hayatını sürdürebilmek için emeğini satmaktan başka çözümü olmayanların toplamı gibi geniş bir yerden tanımladığımızda büyük olasılıkla toplumun mutlak çoğunluğuna denk gelen bir kesimini işaret etmiş oluyoruz. Fakat bu geniş işçi tanımı, özünde doğru olsa da, birçok meselede birbiriyle çatışma içinde olan, sınıfın farklı katmanlarını ve fraksiyonlarını görmezden gelmemize yol açabilir. Gezi’de isyan ruhuyla harekete geçen kitlenin çoğunlukla farklı emekçi profillerinden oluştuğu varsayımı bana kalırsa yanlış olmaz. Ama bu emekçilerin kültür (kentli, seküler), üretim (zihin emekçisi, hizmet sektörü çalışanı) ve kimlik (alevi) düzlemlerinde belli katmanlarda yoğunlaştığını da yok sayamayız. Gezi “başka bir dünya” arzusunu yükselterek sınırlı düzeyde birleştirici bir rol oynadıysa da aslında Türkiye reel siyasetindeki mevcut kutuplaşmadan kaçamayan bir hareketti. Gezi’den sonraki 10 yılda bu kutuplaşmanın daha da derinleştiğini bu yılki seçimler sonrası “Neden işçi sınıfının ciddi bir kısmı hâlâ AKP’ye oy veriyor?” sorusu etrafında yapılan tartışma ve tahlillerde de görüyoruz. Dolayısıyla Gezi, bize dayatılan hayata bir başkaldırı olarak önemli bir tarihselliğe otursa da burjuva temsil siyasetinin sınıfı bölen kamplaşmasına derman olamayışıyla soldaki büyük bir eksikliği görünür kılıyor.
Cem: Gezi’de bir araya gelenlerin ortak paydası neoliberal devletin mülksüzleştirme saldırısından çeşitli düzeylerde etkilenmeleriydi. Öyle ki, artı-değer sömürüsü kavramı ne kadar din, dil, ırk, cinsiyet farkı tanımıyorsa, mülksüzleştirme kavramı o kadar ırklı ve cinsiyetli ve hatta türsel tahakküme dayanan bir sürece işaret ediyor. Fiziki ve sembolik şiddeti içeriyor. Bu anlamda şiddete uğrayan herkes vardı Gezi’de… 10 yıllık bir ekonomik büyüme sürecinin sona erdiği 2012 yılında rotasını iyiden iyiye ilkel birikime doğru kıran iktidar eşzamanlı olarak kültür savaşlarını da şiddetlendirmişti. Bir yandan kamu-özel işbirliğine dayalı altyapı projeleri, inşaat ve arazi rantı üzerinden ilkel birikimi hedeflerken, diğer yandan hem bu projelerin, hem taşeron ihalelerinin dağıtımında, hem de istihdam ve terfi süreçlerinde kayırmacı ve himayeci bir stratejiye geçti. Bu süreç, kimlikleri veya vasıfları değersizleştirilen kesimler nezdinde bir adaletsizlik duygusunun büyümesine yol açtı. Gezi aynı zamanda bu adaletsizlik duygusunun büyüttüğü bir isyandı. İşçi sınıfının bu isyandaki konumu ise homojen olmadı. İlkel birikimin ağır bastığı dönemde en fazla diskalifiye olanlar hizmet sektöründe sendikasız olarak istihdam olan eğitimli ücretliler ile diplomalı işsizlerdi. Gezi’ye yaygın olarak katıldılar. Kültür savaşlarının eşlik ettiği potansiyel işsizleri ve güvencesizleri oluşturan metropol üniversitelerinin öğrencileri de Gezi’de varlardı. Kuşkusuz formel sektörde istihdam edilen sanayi işçileri de büyümenin durmasından zarar görmüştü. Ama örgütlü oldukları sendikalar bir yandan bu zararı sınırlandırmıştı, diğer yandan da formel sektördeki sendikalı mavi yakalı işçiler arasında hakim olan Türk-Müslüman-Erkek kimliklerinin sağladığı maddi ve sembolik avantajlar Gezi’yle mesafeli durmaları sonucunu doğurdu. İşçi sınıfının ağırlıklı bölmesini oluşturan enformel işgücünün durumu ise çelişkiliydi. İktidar açısından makbul kimlik mensubu enformel işçi sınıfı; kayırmacılığa dayalı dağıtılan taşeron ihaleleri, klientelist istihdam, imar affı ve arazi rantı paylaşımı vb. üzerinden göreli “mülklüleşme”, orta sınıflaşma rotasında tutulabilmişti. İktidarın makbul görmediği emekçi kesimleri mülksüzleştirilmesi ise bu grubun kendini üstün ve avantajlı hissetmesini sağlıyordu. Gezi direnişi sürerken yurtdışından dönen Erdoğan’ı Atatürk Havaalanında karşılayıp, “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganını haykıranlar ağırlıklı olarak bu kesimdendi. Aleviler ve “evhanımlaştırma” saldırısından mağdur olan kadınlar hariç, enformel sektörde yer alıp Gezi’ye katılanların sayısı görece az oldu. Bu bağlamda, Kürt halkının Gezi’ye sınırlı ya da ihtiyatlı katılımına dair de birkaç söz söylenebilir. Bunda Gezi isyanı patlak verdiğinde Kürt toplumunun halen devam eden “çözüm süreci”ni elinin tersiyle bir kenara itmeyi istememesi belirleyici oldu. Ancak çok geçmeden bizzat iktidar bu süreci elinin tersiyle bir kenara itti ve 6-7 Ekim’de toplumsal bir isyana dönüşen Kobanê Direnişi yaşandı. Bu nedenle, bileşenleri farklı olsa da, Gezi ile Kobanê’nin Türkiye’yi faşizme doğru götüren aynı fay hattının gerilimlerinin üzerinde patlak verdiğini düşünüyorum.
Aslı: Bu soruya kısmen yukarda sınıf içi nesile dayalı katmanlaşma ve rantiye kapitalizmin yarattığı emeğin terbiyesi sürecine ortak maruz kalan eski beyaz/mavi yaka ayrımından bahsettiğimde değindim. Gezi, bir üretim alanı değil yeniden üretim/dolaşım alanı krizi olarak, merkezi bir kentsel park üzerinden ve mahal olarak bizzat o parkta oluştu. Sınıfı ve emeği üretim alanında oluşan üretim ilişkileri içinde tanımlarsak, daha sonra Harvey’in çokça sorunsallaştırdığı “dolaşım alanı krizi” ile ilişkisini kurmak ve bu ilişkinin bizim kuramsal analizlerimiz dışında mücadele içerisinde ne kadar kurulup kurulmadığını sorgulamak da mümkün olur. Bourdieu’nün öğrencisi Loic Wacquant, Gezi İsyanı’nı Fransa banliyölerini ve merkezlerini yangın yerine çeviren göçmen alt sınıfların kentsel isyanlarıyla karşılaştırarak, Paris’in merkezindeki Luxembourg Parkı’nı hayat tarzı savunusu kapsamında savunan küçük burjuvaların eylem repertuarına yakın konumlandırdığında epey tepki almıştı. Avrupa-merkezci ve sosyal coğrafya özgünlüklerine hassas olmayan bu genellemeye katılmamakla beraber, Gezi’nin metropolün merkezinin bir parkı olarak, merkezi sınıf körü kültürün görünmez kıldığı üretim alanları içindeki çelişkileri sokaklara ve parka çıkarmak gibi bir önceliği olduğunu da söylemek mümkün değil. Keza en öncü faaliyetleri 15-16 Haziran’la güzergahlaşan kadim işçi sınıfının emek örgütleri olan sendikaların ise, yaşam alanları, kentkırım ve ekolojik kırım, barınma gibi dolaşım alanlarını politize etme, işçilerin ekonomik haklar mücadelesinin, bakım emeği, barınma, gıda, ulaşım, ruh ve beden sağlığı gibi işyerinden çıktığı andaki veçhelerini sorunsallaştırmak gibi bir derdi olmuş olduğunu da iddia etmek mümkün değil. Bu soruyu toplumun büyük kesimini oluşturan emekçiler değil de, emek hareketinin mevcut “temsiline” soyunanlar üzerinden cevaplamış olayım.
Gezi sonrasında Greif ve Kazova işgalleri, “Metal Fırtına”, Flormar grevi, 2021’de kurye işçilerinin direnişleri gibi işçi direnişlerine tanıklık ettik. Bu direnişlerde Gezi’nin etkilerini gözlemlemek mümkün mü? Ya da daha genel olarak sormak gerekirse, Gezi kendisinden sonraki toplumsal, sınıfsal mücadelelere ışık tutabildi mi ya da ilham olabildi mi?
Emre: 2015’te “Metal Fırtına” başladığında, direnişteki işçilerin bugünün kültürel dünyasından bir referansın yokluğu sebebiyle sınıf mücadelesinin kitlesel ve etkili olduğu bir zamanda, 1978 yılında yapılmış Kibar Feyzo filmindeki “Harranlılar” ifadesini kendilerini tanımlamak için kullanmaları dikkat çekmişti. Filmde sendikanın ne olduğundan haberi olmayan Feyzo “Sendikalı mısın?” sorusuna köyünün adını söyleyerek “Harranlıyım” diye cevap veriyor ve bu yüzden düşük bir yevmiye almak zorunda kalıyordu. “Metal Fırtına” işçileri ise patronların aparatı olan sarı sendika Türk Metal’i iş yerlerinde istemedikleri için “Sendikalı değil Harranlıyız” diyerek mevcut duruma isyan ediyordu. Gezi’nin dolaylı etkisini belki de en çok böyle ayrıntılarda, şimdide ortaya çıkan bir direnişe dair referansı daha geniş bir tarihin içinden bulup bugüne getirme hamlelerinde görüyoruz. Diğer yandan Kazova ve Greif süreçlerinde, Gezi’nin devamı olan forum ve dayanışmaların fabrika işgalleriyle kurduğu ilişkiler sayesinde daha bariz olan dolaysız etkinin ise yıllar içinde zayıfladığını düşünüyorum. Fakat bu zayıflamaya rağmen Gezi’ye dersler çıkarılacak bir yenilgi olarak bakmanın da doğru olmadığı kanısındayım. Jacques Rancière “Önceki deneyimlerden ders çıkarma düşüncesi daima, isteneni yapmanın bu sefer doğru biçiminin bulunacağını varsayar” diyerek bu önkabulü eleştiriyor, direniş ve isyan tarihine didaktik bir mantıkla bakmamamız gerektiğini hatırlatıyordu. Tam da bu perspektiften Gezi’yi bir tarihsel an olarak ne kutsanacak ne de ders çıkarılacak bir vaka gibi görmek, bunun yerine düzende yarattığı kesinti sayesinde açtığı ve hala açık duran çatlakları aramak en doğru tavır olur. Tabii ki direnişin izleri en görünür ve ilk akla gelecek yerlerde olmayabilir.
Cem: Gezi Türkiye bağlamında çığır açıcı bir hareketti ve kendine has bir eylem repertuarı üretti. Gezi’den sonra Gezi’de elde edilmiş birikiminin az ya da çok etkilemediği sınıfsal, toplumsal bir hareketten bahsedemeyiz. Bir şeyleri değiştirmek, bir şeylere karşı direnmek isteyenler, Gezi’de ilk örneklerini gördüğümüz yatay, kısa süreli, hiyerarşik olmayan bir araya gelme yöntem ve tekniklerini kullanmaya başladılar. Özellikle 2000’lerin neoliberal bireyselleşme sürecinde nar taneleri gibi dağılmış olan toplumsal failler, Gezi ve sonrasında birbirleriyle yeniden buluşabilmenin ve birlikte eylemenin kimi yeni araçlarını geliştirdiler. Bu bakımdan toplu iş sözleşmesi odaklı Metal Fırtına’dan ve Greif deneyiminden daha çok, kooperatifleşmeye ve özyönetim deneyimine evrilen Kazova işgalinde ya da kurye işçilerinin mülksüzleştirilmeye karşı direnişlerinde Gezi’nin izlerini gözlemleyebilmek mümkün diye düşünüyorum.
Aslı: İktidarın akışını dolaşım alanında kesintiye uğratan tarihsel bir an olarak Gezi’deki ilişkilenme tarzını, eylem repertuarını kendinden sonraki üretim alanlarındaki direnişlerle ilişkilendirebilir miyiz? Acaba bunlara, ekolojik mücadeleler hakkında kapsamlı çalışmaları olan Sinan Erensü’nün savunduğu gibi kırsaldaki emekçilerin yeniden üretim ve üretim alanı olan ekosistem direnişlerini de katmalı mıyız? 1980’de merkezi disiplinli, hiyerarşisi belli emek hareketinin belli başlı kurumları darbe ile darmadağın edildikten ve fraksiyonlaşma neredeyse sol genetik bir gereklilik gibi yaşanmaya başladıktan sonra, Gezi’nin bavulundan emek, ekoloji, kadın, çocuk, insan hakları gibi mücadeleleri birleştirici ilmekler çıktı mı? Somut bir amaç odaklı, “kampanya vari”, kısa vadeli, yatay, yoğun, yazılıdan çok mekansal ortak deneyimlerin sözlü kodlarına bağlı ilişkilenmelerin Gezi’de şahikasına vardığını ve kuramsal, ithal olmayan yerel bir formülasyon kazandığını da söyleyebiliriz. Bir de Gezi’nin de tevarüs ettiği, eski kavramıyla komiteler diyebileceğimiz yapısını işleten forumların, özellikle mahal bazlı örgütlenmelerde arttığını ve daha makbul bir statüye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bunların, Gezi’den sonra gelen büyük saldırı döneminde onlarca saldırıya karşı oluşan ad hoc (hak) savunu(sun)da (ekosisteme, hayvanlara, akademiye, çocuklara, kadınlara, LGBTİ+’lara karşı, iş cinayetleri, kentsel dönüşüm vs gibi alanlarda…) örgütlenme modeli olarak fiili olarak kullanıldığını ve kendi sınırları içinde başarılı olduğunu da yadsımaya imkan yok. Emek dünyasında ise, daha sürekli ve sermaye coğrafyasının dayattığı zincirlerde, yani işyerlerinde birbiriyle çoğunlukla ilişkiye giremeden ayrı ayrı oluşan mücadelelerde, Gezi’nin forum diye formüle ettiğinin, eski ismiyle komitelerin ne kadar örgütlenme modeli olarak kullanıldığına ise ayrıca bakmak gerekiyor. Gezi’nin somut olarak olmasa da kültürel bir değer olarak mahal bazlı komite/forum tipi örgütlenmeleri bir model olarak başlattığını değil ama eksiği ve fazlası ile beslediğini söylemek abartı olmaz. Gezi’den sonra, Gezi sürecini en iyi yansıttığını düşündüğüm ‘savunu’ kavramına geldiğimizde ise, emek alanında bu kavrama referansın neredeyse hiç olmadığını görüyoruz. 2021 kışında ekonomik kriz ile tetiklenen ve birbirini etkileyen işçi hareketlerine baktığımızda misal, gene aslen (var olan ücret seviyesi başta olmak üzere) savunu olarak ilerleyen süreçte ‘hak savunusu’ bir araya gelen yatayların “forum, komite” tipi örgütlenmesinde bir meşruiyet unsuru olarak kullanılmadı. Kapitalizmin farklı dolayımlarla kıyımlara yol açtığı mücadele ve örgütlenme alanlarındaki bu farkın, sınıf mücadelesinin bütününe dair ne ifade ettiğini sorgulamak bana çok önemli gözüküyor.
Şubat ayında gerçekleşen depremlerde yaşanan büyük bir yıkım ve kaybın ardından hızla deprem mağdurlarının, kentlerin sakinlerinin, tarihsel ve kültürel dokusunun, ve doğasının hiçe sayılarak “yeniden inşa” faaliyetleri yürütüldüğüne tanıklık ediyoruz. Bu yıkım ve yeniden inşaa sürecinde toplumsal muhalefetin yürütmeye çalıştığı dayanışma ve direniş çabalarına dair gözlemlerinizi ve değerlendirmelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Emre: Deprem sonrası süreçleri ancak uzaktan takip edebilmiş biri olarak ne kadar isabetli bir tespit yapabilirim bilmiyorum ama benim izlenimim devletin alana hızla ve yeniden hakim olduğu yönünde. Tabii ki hâlâ belirli alanlarda süren dayanışma ve direniş faaliyetlerine rastlıyoruz, fakat genel itibariyle solun alandan büyük oranda sürüldüğü ve yerini sağlamlaştıran devletin ülkenin geri kalanına depremi unutturduğu bir süreç içinde olduğumuzu düşünüyorum.
Cem: Yıkımla ve ölümle sonuçlanan her türden afet, sermaye ve iktidar sahiplerince kolaylıkla bir avantaja, Allahın -ya da doğanın- lütfuna dönüştürülebilir. Bizde de yaşanan o oldu. Zira yıkım aynı zamanda inşa, inşa ise yeniden sermaye birikimi, daha doğrusu arazi rantı, inşaat ihaleleri üzerinden yeniden ilkel sermaye birikimi anlamına gelir. İktidarın bu rantı afet bölgesinde ayrımcı ve kayırmacı biçimde yürütülecek bir yeniden bölüşüm için kullanacağı anlaşılıyor. Bölgeden gelen seçim sonuçları bu durumu teyit ediyor. Sol ise yeniden bölüşüme ortak edilmeyeceği kesin olan madun kimlik gruplarından depremzedeler nezdinde etkili bir dayanışma faaliyeti örebilmişse de iktidarın kimlik temelli inşa ettiği toplumsal kutuplaşmayı kıramadığını kabul etmemiz gerekiyor.
Aslı: Gezi’ye sınıfsal bakmaya çalışan bu kısa mülakatta bu sorunun gelmesi çok manalı. Deprem sonrası Antakya merkezde dayanışmaların konumlandığı yer de bir parktı, Sevgi Parkı. İlk gittiğimde, aklımdan “burası afetin Gezi’si” diye düşünmüştüm. Bunu bana düşündüren sadece iki parka da yayılmış birbiri ile kısmi bir dirsek teması olsa da ayrı ayrı konumlanmış, harıl harıl işleyen çadırlar ve yüksek dayanışma ruhu değildi. Sevgi Parkı, yakıcı, yoğun bir yas dolu bir ortamda, coşku ve umut dolu Gezi’nin güç ve zafiyetlerini tevarüs etmişti sanki. Gezi’deki Meydan ve Park (mahallelerden gelen, örgüt tecrübesi ve kimliği belirgin yapılanmaların Meydan’ı ve daha atomize, yatay dayanışmaların Park’ı) ayrımını burada da sezdim. Deprem bölgesi’nde devletin sosyal politikasızlık politikasının sistematik olarak boş bıraktığı tüm yaşamsal alanları doldurmaya çalışan, neredeyse öz-sömürü ile çalışanlar bir noktadan sonra Gezi’de sınırlarını gördüğümüz “sivil toplumun kamunun boşalttığı yere yerleşmesi ve savunması” durumunu sorgulamaya başlıyordu(k). Bu şartlarda Hatay’da yaşamı devam ettirebilmek için binbir türlü elzem işe, kıt kaynaklarla koşan dönemsel gönüllü ile sürekli örgütçü ayrımı bir süre sonra, bölgenin geleceğinde yapısal bir alternatif kuramadan, çabaların dağınık kalmasında buluşuyor. Devletin yalnızca şirket gibi ve güvenlikçi güçleri ile müdahale ettiği yıkım alanı Hatay’da koşulması gereken yapısal işler o kadar fazla ki: Doğal alanlara ve kentsel değerlere çöken yeniden inşa plan ve faaliyetleri, mülkiyete el koymalar, barınma, gıda, su, sağlık, çocuk, gençler ve kadınların durumu, tarım ve hayvancılıkta yıkım, vahşi yıkım faaliyetleri, nüfus mühendisliği... Ancak yapıcı kamu gücü ve kaynakları ile müdahale edilebilecek bu alanda kurucu adımları örgütlü bir şekilde koyabilmekten uzağız. Alanlarda tuvalet, enkazın toksik tozunu kaldıran vahşi yıkım çalışmaları gibi gündelik hayatı ilgilendiren konularda bile bu parçaçıklı görünüm devam ediyor. Tüm bunlar bana Gezi’nin dağınık ve dağıtılmış örgütlenme mirası ile yüzleşme ihtiyacını tekrar hatırlatıyor.
Son seçimlerde AKP’nin toplumun emekçi kesimlerinden aldığı yüksek oy oranını açıklamak üzere çeşitli tartışmalar yürütülmekte. Özellikle AKP karşıtı orta sınıflar arasında işçi sınıfının kendi aleyhine AKP’ye oy verdiğine dair analizler ön plana çıkıyor. Siz Türkiye’de emekçi sınıfların seçim süreçlerindeki tercihlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki 5 ila 10 yıl içinde işçi sınıfının siyasete ve değişime etkisinin nasıl olacağını öngörüyorsunuz?
Emre: Korkut Boratav ve Utku Balaban’ın dile getirdiği, son birkaç yılda ekonomide yaşanan kötüleşmenin orta gelir gruplarındaki etkisinin alt gelir gruplarına göre daha sert olduğu iddiasını gerçeğe yakın buluyorum. Bunun işçi sınıfı içindeki kültürel/kimliğe dayalı ayrışmayı daha da güçlendiren bir sonucu oldu. Son dönemdeki işçi söyleşilerinde de görüyoruz ki sınıfın ciddi bir kesiminin, özellikle taşrada sanayi, lojistik gibi alanlarda ve düşük gelir düzeyinde çalışan katmanlarının temsil siyasetiyle kurduğu ilişki ya pragmatik yönelimlerle ya da toplumsal ilişkilerinin yarattığı kültürel hegemonyanın çerçevesinde belirleniyor. İşçilerin “yüksek siyaset”ten beklentileri de kendi gündelik dertlerinin bunun bir parçası olmadığı yönünde, milli otomobil rüyasının, yerli savaş sanayinin ve mega projelerin konu edildiği bir düzlemde şekilleniyor. İşçinin karşısına onun yoldaşlaşabileceği bir eşiti olarak değil de bir vekil adayı olarak çıktığınızda geldiğiniz parti ne olursa olsun siz de bu yüksek meselelerden örülmüş duvara tosluyorsunuz. Ben bu açıdan sınıf mücadelesinin temsil siyaseti etrafında örgütlenebileceğini düşünmüyorum. Diğer yandan mevcut koşullarda sınıf mücadelesi de temsil düzlemine etki edebilecek, Selçuk Kozağaçlı’nın deyişiyle “legaliteyi istismar” edebilecek güçte değil. Sınıf mücadelesinin öncelikle Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış OSBlerde, havzalarda ilmek ilmek inşa edilmesi, örgütlenmesi gerekiyor. Bunu yapmadan sınıfın reel siyasete etkisi şimdilik uzak ve tali bir tartışma gibi görünüyor.
Cem: Son seçimlerin fevkalade eşitsiz ve adaletsiz koşullarda yapıldığını, sandıkların ve seçmen listelerinin denetlenemediğini düşünüyorum. Öyle olduğu için de sonuçlarının ne kadar gerçeği yansıttığı konusunda şüphelerim var. Tabii bu durum, Cumhur ittifakının ve Tayyip Erdoğan’ın oy kaybının iktisadi ve siyasi kriz koşulları ile depremin yarattığı yıkım düşünüldüğünde görece sınırlı kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Türk Sünni nüfusun çoğunluk olduğu kırsal kesimde ve taşrada iktidarın oy kaybı daha da az. Anadolu’daki sanayi kentleri de bu bakımdan istisna teşkil etmiyor. İlkel birikim rantının kültürel ve siyasal kimlik üzerinden kayırmacı biçimde yeniden bölüşümü bu duruma yol açıyor. Himaye edilen işçi kendisi veya aile fertleri için istihdam edilme önceliği olarak, imar affından yararlanma olarak, çocuğuna burs, ailesine ayni veya nakdi destek olarak ranttan payını alıyor… Öyle olunca rant kollamacılık işçi sınıfı saflarında baskın kültürel örüntüye dönüşüyor. Bunu 2007-2008 yıllarında Zonguldak’ta, Aliağa’da, İskenderun’da sanayi ve maden işçileri arasında yaptığım saha araştırmasında gözlemleme şansım olmuştu. Bir tarafta, 89 Bahar eylemlerinin parçası olmuş, sınıf sendikacılığıyla tanışmış, özelleştirmeye karşı aktif mücadele vermiş ve 2000’lerin ikinci yarısında emekliliği yaklaşmış kıdemli bir işçi kuşağı vardı. Diğer tarafta ise 2000’lerden sonra işçiliğe başlamış, kayırmacılığın hüküm sürdüğü koşullarda tanıdıkları üzerinden istihdam olmuş, bazıları özelleştirmenin bir “kazanımı” olarak taşeron işçilikten kadrolu işçiliğe geçmiş, ne var ki işçiliğe de sembolik düzeyde bir değer atfetmeyen ve ondan ilk fırsatta kurtulmak isteyen yeni bir işçi kuşağı söz konusuydu. Sahip olma biçimleri, var olma biçimleri ve yaşama dair tahayyülleri örtüşmeyen iki ayrı dünya vardı işçi sınıfı içinde… Nepotizmin gemi azıya aldığı 2010’larda, önceki kuşağın da emekliye ayrılmasıyla ikinci kesim, işçi sınıfı içinde hegemonik oldu. Bu kültürün sendikalarla araçsal ilişki kurma tavrını da içerdiğini unutmayalım. Ekonomik ve sosyal kazanımlar için sektöründeki mücadeleci sendikalara üye olup, seçimlerde milliyetçi ya da dinci partilere oy veren işçilerin sayısı da hiç az değil.
Aslı: Emre ve Cem, aynı resmi iki farklı taraftan betimlemiş. Emre’nin emek sömürüsünün somutluğuna ve yerelliğine dokunmayan temsili seçim siyasetinin etrafında örgütlenilemeyeceği analizi ile Cem’in fiili durumda temsili seçim siyasetinin örgütlediği kısa vadeli pragmatizm ve taraftarlıklar coğrafyası analizi kanımca birbirini tamamlıyor. Ben buna sadece mevcut seçim davranışını yönlendiren rızanın bileşenlerine dair birkaç olgu eklemek istiyorum. Dar alanda bunları birbiri ile ilişkilendirme mesaisine girmek mümkün değil tabi ki. Birincisi, ikinci çitleme dediğimiz turbolaştırılmış doğa yağmasından bu nesilde pek çok haneye kısa vadede bir şeyler damladı. Doğa yağması ile toplumsal rıza damlıyor diye sloganlaştırabiliriz bunu. Türkiye’de bazı hesaplamalara göre toplam 400.000 müteahhit var. Bu bir o kadar yerel çıkar çetesi ve seçim kümesi anlamına da geliyor. Köylerin mahallelere, kırsal alanların HES’lere, madenlere, yollara, megaprojelere dönüşmesinden kısa vadede gelir ve görünürlük kazanan ciddi bir kesim var. Geri dönüşsüz olarak doğayı kaynağa çevirmek pastayı büyüttü diyebiliriz. Buna hane halkı borçlanmasının patlaması ile kamçılanan sınıf yarasına pansuman görevi gören tüketimde eşitlenme fantazmagoryaları da katılıyor. Tüm sınıfların paylaştığı modernitenin sembolleri, hızla atığa dönüşen metalar kötü kalitelisinden iyisine dek pek çok hanede artık. Aynı zamanda işyerlerinde tahkim edilen despotik, eril emek rejimini, siyasi rejimin bir makrokozmosu, bir terbiye fideliği olarak görüyorum. Bu şekilde çalışınca, bu şekilde “temsil edilmek” de seçim davranışında normalize oluyor. Aynı zamanda bu ülkede kadınların ve gençlerin aile ölçeğinde kurulan baskıdan ve üzerlerindeki eril baskıdan dolayı ne kadar “özerk” oy kullanılabileceği de nadiren hesaba katılıyor. Bunu da yukardan aşağıya değil, ancak yaşam mahallerinden yukarıya doğru düşünerek algılamak mümkün kanımca. Kendi sınıfsal düşme korkusunu, “Soma’da, Hatay’da Cumhur ittifakına oy veren nezih halkımız” söylemleri ile kovuşturmaya çalışan küçük burjuva “seçim analizleri” tam da kendi konumu ile beraber bunları okumaktan uzak düşüyor.
Bir yandan neoliberal kapitalizmin krizlerini yaşarken diğer yandan da dünya genelinde sağın yükselişine şahitlik ediyoruz. Bu küresel gelişmeler de göz önünde tutulursa, uluslararası sınıf mücadelelerinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Emre: Umutluyum, fakat bu orta vadeye dair bir umut. Kısa vade için ise daha çok karamsarım denebilir. 1970’lerde başlayan neoliberalleşme sürecinin ve 1990’da SSCB’nin dağılmasıyla kendini dayatan küresel kapitalist uzlaşının yavaş yavaş sınıf gerçeğiyle yeniden yüzleşmek zorunda olduğu bir dönemden geçiyoruz. Üzerindeki ölü toprağını atmaktan şimdilik uzak, henüz küçük küçük kımıldanan bir gerçekliği var devrimci proletarya mücadelesinin. Fakat son 50 senedir farklı alanlara dağılan itiraz siyasetlerini, dünyanın birçok köşesinde patlak veren, sebepleri birbirinden çok farklı direniş ve isyanları içinde yaşadığımız kapitalist düzeni yıkmaya dönük bir arzunun cisimleştiği Tarihsel Parti’nin ortaya çıkışları olarak görüyorum. Başka bir dünyanın arzusu 20 yıl öncesine kıyasla çok daha görünür ama henüz akacağı yatağı bulabilmiş değil. Tabii ki onun karşısında da kapitalizmin kendisini yeni bir faşizm dalgasıyla tahkim etme eğilimi duruyor. Ama her durumda, görünürde düzeniçi sınırlarda kalan hak ve tanınma temelli mücadelelerin de, şimdilik çoğunlukla ekonomik ve hukuki talepler etrafında, birbirinden uzak çoban ateşleri gibi şekillenen işçi direnişlerinin de işçi sınıfının yeniden bir devrimci odak olarak kendisini ortaya koymasının yolunu döşediğini düşünüyorum. Bu yolda daha çok örgütlenmeye, daha etkin biçimde güç biriktirmeye ve yeni bir proletarya devrimcisi hattı inşa etmeye ihtiyacımız var. Kolay değil ama olacak.
Cem: İşçi sınıfının örgütlü ve örgütsüz kesimlerinin kimlikçi rant kollama zihniyetinin tasfiye edilmesi meselesi, sınıf mücadelelerinin geleceğinin nasıl şekilleneceğini tayin edecek. Neoliberal kapitalizmin krizi derinleştikçe yani paylaşacak pastanın büyümediği koşullarda etkisini artıran bu zihniyetin etkisinin kırılması, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da emekten yana bir dönüşüm yaşanması için şart. Neoliberal küreselleşmeden önce işçi sınıfı ekonomik mücadele verirken kimliksel ayrımlarını daha kolay hatta bazen de kendiliğinden aşabiliyordu. Çünkü üretim birimlerinin görece bütünleşik olduğu, yeniden bölüşümün ücret mücadelesine dayandığı bir kapitalizm söz konusuydu. Ancak neoliberal küreselleşme, üretim sürecini mekansal ve zamansal olarak parçaladı ve kapitalistleşmemiş coğrafyaları ve toplumsal grupları da fethedebilmek üzere ilkel birikim dinamiklerini harekete geçirdi. Bu ise bir yandan işgücünün kimliksel temelde gettolaşmasını, diğer yandan da adına fetihler düzenlenen “mütehakkim” kimlik mensuplarını ilkel birikimin rantını kollar hale getirdi. Kollanacak bir rantın olmadığı yerlerde ise diğerlerinin mülksüzleştirilmesinin yaratacağı avantajın peşine düşen üstünlükçü davranış örüntüsünü doğurdu. Böylesi bir yapı içinde meslekler, iş kolları ve hatta işyerleri ırksallaştı, cinsiyetlileşti. Bu nedenlerle sınıf meselesi ile kimlik meselesini birbiriyle ilişkisiz, hatta karşıt meseleler olarak ele almaktan vazgeçmeli ve birini diğeri karşısında ikincilleştirmeksizin, ekonomik sömürü ile etnik ve cinsiyet temelli sembolik tahakkümün bütünselliğini kavrayan bir hat üzerine kafa yormalıyız diye düşünüyorum. Zira sermaye sınıfı ve ulus-devletler iktidarlarının bekasını bu iki meseleyi ve düzlemi birbirinden ayırmamakta gösterdikleri maharete borçlular.
Aslı: Sınıf mücadelesinin geleceği ile ilgili ana kırılma hatları ve tarihselliğini mahirce derleyen bu iki katkıya tek bir şey eklemek isterim. Cem’in “pastanın büyümediği” diye diye analiz ettiği döneme, coğrafi ve ekolojik bakışı katmak istiyorum. O zaman esasında sermaye birikiminin bir yandan toprak ve okyanusların bin kat dibi ile uzaya erdiği bir genişleme döneminde yağma ile “pastayı” çok genişlettiğini, nüfuz etmediği canlı ve ekosistem bedeni parçası bırakmadığını görebileceğiz. Bu yüzden emek mücadelesini sırf insanın işçi, yani makbul üretken bedeni üzerinden değil, içerisinde bulunduğumuz ekosistemin bedeninin yıkımına bir işaret fişeği tutan bütüncül bedeni üzerinden götüren hareketlerin artmasını sınıf mücadelesi için kilit görüyorum. Biz bu yüzden işçinin bedeninin ekolojik yıkımı anlamına gelen iş cinayetleri alanının ve işçi-halk-çevre sağlığı zincirini kurmanın sınıf mücadelesini yaşamsal kılmak için elzem olduğunu düşünüyoruz. Ekoloji mücadelelerinin kızıllaşması, emek mücadelesinin ise ekolojikleşmesi ile ilgili her işarete o yüzden çok kıymet veriyorum.